Ana Sayfa Analizler Ömer Önhon’a karşı: Türkiye’nin Son Şam Büyükelçisinin Söylemedikleri – 2

Ömer Önhon’a karşı: Türkiye’nin Son Şam Büyükelçisinin Söylemedikleri – 2

‘Ömer Önhon’a karşı: Türkiye’nin Son Şam Büyükelçisinin Söylemedikleri’ yazısının birinci bölümü, daha önce Marbuta Haber’de yayınlanmıştı. Yazının birinci bölümüne marbuta.com linki üzerinden ulaşabilirsiniz.

Erman Çete – @ermancete

V. Ömer Bey araştırınca buluyor

Önhon, bazen gerçekten içeriden bilgiler veriyor. Örneğin, 2011 yılında ipler gerilirken, dönemin Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün Esad’lı bir reform sürecinden yana olduğunu, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın ise Esad’ın kredisinin tükendiğini söylediğini yazıyor(20).

16 Haziran 2011 tarihinde, dönemin Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun başkanlığında bir Ortadoğu toplantısı yapılıyor. Büyükelçilerin katıldığı bu toplantıda, Önhon’un aktarımı doğruysa, birçok büyükelçi Arap ülkelerinin içişlerine karışılmasından ve yaşanan olaylara müdahaleden uzak durulması gerektiğini söylüyor. Davutoğlu ise “tarihi sorumluluklardan” bahsedip halkını öldüren bir rejime destek verilemeyeceğinden dem vuruyor(21).

Önhon’un Erdoğan çizgisine yakınsadığı görülüyor. Beyrut’ta görüştüğü Suriyeli siyasetçiler, elçiye “Esad’ın bittiği” türküsünü çığırıyor(22). Nitekim Ömer Bey, “bağımsız” kaynaklardan da Esad’a desteğin eridiğini kendince doğruluyor: 

“Bağımsız bir internet sitesinde yapılan kamuoyu araştırmasında halkın yüzde 48’inin Esad’a karşı olduğu, yüzde 28’inin desteklediği, yüzde 24’ünün de ortada durduğu şeklinde bir sonuç çıkmıştı. Bu araştırmanın genel itibarıyla durumu yansıttığını değerlendirdik(23).”

Yine de bazen, bulutlu bir gökyüzünde güneşin ansızın parlayıvermesi gibi, gerçekler büyükelçinin anlatısından da sızıyor.

Cisreşşuğur’a giden Büyükelçi, saldırıya uğrayan Askeri İstihbarat binasını geziyor ve burada gördüğü fişek kovanlarının tamamına yakınının başta MKE olmak üzere Türkiye menşeli olduğunu gördüğünü belirtiyor. Bu gezide, ilçenin papazı da ziyaretçileri karşılayanlar arasında bulunuyor ve basına demeç vererek, saldırganların bir kısmının ve silahlarının Türkiye’den geldiğini söylüyor.

Önhon pek de inanır görünmüyor. Bölgeye her heyet gidişinde toplu mezar bulunduğunu söyleyerek Suriye devletinin anlatısının şaibeli olduğunu ima ediyor. Sorularının cevapsız kaldığını düşünüyor. Üstelik o dönem, “muhalif” medyadan yayılan iddialar, katliamı Suriye ordusu ve “şebbihaların” yaptığı yönündedir.

Gerçeği epeyce yakalayan bir haberi, o dönem AA muhabiri olan Hediye Levent yapmıştı(24). Fakat sonra, batılı ana akım medyanın bilindik isimlerinden Rania Abouzeid, 2018 yılında yazdığı kitapta “barışçıl gösterilerle başladı her şey” anlatısını yerle bir eder şekilde, selefilerin Cisreşşuğur civarındaki silahlı eylemlerinin 2011 Nisanının ortalarında başladığını gösteriyor. Gazetecinin konuştuğu “Muhammed” isimli bir cihatçı, silahları Türkiye’den getirdiğini anlatıyor(25).

4 Haziran 2011’de Basil el-Masri isimli bir kişi, Cisreşşuğur tren istasyonunun yakınlarındaki bir askeri noktaya silahlı saldırıda bulunuyor ve öldürülüyor. Basil’in cenazesi kalabalık bir gösteriye dönüşüyor; bu dönüşümde cenazesi gelen kişinin silahsız olduğu halde Suriye askerleri tarafından öldürüldüğü dedikodusu önemli bir rol oynuyor. Az önce bahsi geçen Muhammed bir arkadaşının balkonundan sahneyi izliyor. Kalaşnikofu var. Arkadaşları da silahlarını otomobillerine saklamışlar. Kalabalık, el-Masri’nin ailesine taziyede bulunmak için bir parkta beklerken, Muhammed ve arkadaşları yakındaki postaneye ateş etmeye başlıyorlar. Postanenin tepesindeki keskin nişancılar da karşılık olarak rastgele ateş açıyorlar ve beş kişi ölüyor.

Sonra postaneye, devlet güvenlik ve siyasi güvenlik binalarına saldırılıyor. Askeri Güvenlik, silah bırakmayı reddedince dinamitler, patlayıcılar, bombalar havada uçuşuyor. Binadaki yaralı bir asker, av tüfekli bir militan tarafından başından vurularak infaz ediliyor. Ordunun gönderdiği destek birliği silahlı gruplar tarafından öldürülüyor. Muhammed yıllar sonra, bu cesetleri sanki “rejim”in öldürdüğü insanların toplu mezarıymış gibi videoya aldıklarını itiraf ediyor(26).

Büyükelçinin gördüğü MKE ve Türkiye menşeli fişekler, herhalde böylece anlam kazanıyor. 

Daha sonra Hama’da ziyaret ettiği Hurani Hastanesinde, binanın içinden de ateş açıldığını tespit ediyor. Hastanenin yaralı “muhaliflerin” getirildiği merkez olduğunu da akılda tutunca, Önhon’un gerçeğe biraz daha yaklaştığını görüyoruz.

Fakat heyhat, buraya kadar. Dera’da gözaltına alınan çocuklar hikâyesinde ortaya çıkan boşluklara dair hiçbir şey söylemeden anlatıyı aynen tekrarlıyor Önhon. Üstelik, bu anlatı hakkındaki şüphelerini dile getiren Fehim Taştekin’in ilgili kitabını kaynakçasına koymasına rağmen. 

Sonra, Hamalı İbrahim Kaşuş’un, “devrimin bülbülü”nün zalim Esed tarafından katledilmesi hikâyesi var. Önhon, “En çok yankılanan olaylardan biri, Hama’lı [sic] muhalif şarkıcı İbrahim Kaşuş’un da 4 Temmuz’da rejim güçlerince öldürülmesi oldu,” diyor. O vakitler bu dehşetli cinayetin ayrıntılarını yazan The Guardian, Kaşuş’un boğazının kesildiğini ve ses tellerinin çıkarıldığını yazıyordu. Devrimin bülbülü, sembolik bir vahşetle öldürülüyordu.

Önhon’un lisanı var, Kingston Üniversitesi mezunu. Tıpkı Önhon’un tüm gerçekleri her zaman karartamaması gibi, New York Times da 22 Temmuz 2011 tarihli bir haberinde, Kaşuş’a atfedilen devrim şarkısının aslında 23 yaşındaki öğrenci Abdurrahman tarafından yazıldığına ilişkin iddiaları dile getiriyordu. Elbette bunun üzerine gidilmeyecekti.

Daha sonra, 2012 yılında The Truth about Syria isimli bir internet sitesi, Kaşuş’un muhalif filan değil, Esad yanlısı olduğunu ve “muhbir” olduğu gerekçesiyle “muhalifler” tarafından öldürüldüğünü yazıyordu.

En nihayet, 2016 yılında Amerikan dergisi GQ, Kaşuş’un anlatılan kişi olmadığını, şarkıyı yazan kişinin Kaşuş değil, Abdurrahman Farhud olduğunu, Farhud’un da İstanbul’da yaşadığını ortaya çıkardı. Üstelik Farhud, El Cezire için yapılan bir “devrimin şarkısı” belgeseli için birkaç kez Katar’a bile gitmişti. Demek ki sözde Kaşuş’un kimliği, en azından El Cezire ve Katar tarafından yıllardır biliniyordu(27).

Bu kadarı yeter(28). Ama insan sormadan (ve üzülmeden) edemiyor: Deyrezzor’daki bir minarenin açılan ateş sonucu yıkıldığı görüntüleri, Ankara’daki “en üst düzey yetkililer” Youtube’dan izliyorsa, Son Büyükelçi neden dedikoduların üzerine koca koca binalar inşa etmesin(29)?

VI. Ömer Bey konuşurken susmayı beceriyor

Söylenenler kadar söylenmeyenlerin de önemli olduğunu söylemiştik. Ömer Bey’in gerçek becerisi ise söylerken sessiz kalmak. Şöyle yazıyor:

“Operasyonlarını sınır bölgelerinde yoğunlaştıran muhalifler Temmuz sonuna doğru Suriye’nin Türkiye ve Irak’la arasındaki sınır kapılarının tamamına yakınını ele geçirdiler(30).”

Demek öyle oldu. Okur, kendini tıpkı benim gibi 2012 yılında hissedebilir. Zaman durmuş, daha doğrusu Ömer Önhon bilinçli bir şekilde zamanı durdurmuş ve bizden bu hikâyelere inanmamızı bekliyor hâlâ.

Temmuz sonuna doğru Suriye’nin Türkiye ve Irak’la arasındaki sınır kapılarının tamamına yakınını ele geçiren “muhalifler”in arasında, yabancı El Kaide militanları bulunuyordu. En tipik örneği, Reyhanlı’nın karşısındaki Bab el-Hava’nın 19 Temmuz 2012’deki düşüşüdür(31).

Kitapta paylaşılan 37 nolu fotoğrafta, “Halep’teki silahlı muhalifler” olarak tanıtılan kişiler, İslami Cephe bayrağının önünde duruyorlar. Bu çatı örgütünün en büyük bileşeni Ahrar’uş Şam’dı. “Türkiye’nin gözdesi” olarak da bilinen bu cihatçı grubun kurucusu Halid es-Suri (Muhammed el-Bahaiye), Nusra-IŞİD ihtilafı sırasında, şimdi ölmüş eski El Kaide lideri Ayman el-Zevahiri tarafından “özel temsilci” olarak görevlendirilmişti. Bu örgüt, İdlib’i ele geçiren Fetih Ordusu koalisyonunda yer alıyordu ve İdlib’i Suriye’den koparan bu operasyonun odası, Antakya’da Katar, Suud ve Türk yetkililerce kurulmuştu(32).

ABD’nin, Ahrar’ın El Kaide olduğunu düşündüğünü söyleyen Önhon, Davutoğlu ile John Kerry arasındaki bir diyaloğu da aktarıyor ve Davutoğlu’nun “islami referansı olan herkesi ve grubu aynı kefeye koymanın doğru olmayacağı” cevabını verdiğini söylüyor. Önhon’un da benzer şekilde düşündüğünü birazdan göreceğiz.

Suskunluğun gürültüsü insanı dehşete düşürüyor. 2013 yılında Lazkiye’de Alevi katliamına katılan gruplar arasında IŞİD ve Nusra Cephesi’nin yanı sıra Ahrar’uş Şam da vardı. Bu çetelerin Türkiye topraklarından Lazkiye’ye saldırdığı da herkesin bildiği bir sır(33). Ömer Önhon, bu sırrı da kendisine saklıyor ve kitabında yer vermiyor. Herhalde, “her islami gruba El Kaide’ci muamelesi” yapmak istemediği için…

VII. Ömer Bey, Heyet Tahrir’uş Şam’ı şekere buluyor

Gözlemciler dedi, uzmanlar yorumladı… Sorumluluktan kaçmanın en güzel yollarındandır bunları yazmak. Söylenti gazeteciliği için de bulunmaz nimettir.

İdlib’i yöneten El Kaide bağlantılı Heyet Tahrir’uş Şam’ın ve lideri Ebu Muhammed el-Culani’nin aslında hiç de El Kaide’ci olmadığına ilişkin medya propagandası, Ömer Önhon’u da esir almış görünüyor. 

Ya da belki, hem uluslararası planda, hem de Türkiye’nin resmi belgelerinde “terör örgütü” sayılan HTŞ’yi açıktan övmenin sorumluluğunu üstlenmek istememiştir.

Son Büyükelçi şöyle yazıyor:

“Gözlemciler, HTŞ’nin özelliklerinden bağımsız olarak, yönetimin gayet iyi olduğunu, halka belediye hizmetlerinin mevcut şartlar da göz önüne alındığında gayet iyi şekilde sunulduğunu ifade ediyorlar. HTŞ’nin mesela Afganistan’da Taliban’ın veya daha önce DEAŞ’in aksine, şeriat hükümlerini zorlamadığına ve halkın hayatına bu anlamda müdahalede bulunmadığına da işaret etmekteler(34).”

Bir CHP’li danışman tarafından “AKP borazancısı” olmakla suçlandığını aktaran Ömer Beyin, AKP borazancısı olmasa bile merkez sağdan mülhem bir hizmet bağımlısı olduğu görülüyor. Öyle ya, “gözlemciler”, HTŞ’nin belediye hizmetlerini gayet iyi sunduğunu ifade ediyorlarmış. Ne yapalım? Yerelde mührü HTŞ’ye mi vuralım?

Hem Taliban ve IŞİD’in aksine, HTŞ şeriat hükümlerini de zorlamıyormuş. Colani, “İktidarımız boyunca hiç kimsenin yaşam tarzına karışmadık,” der mi acaba bir gün? İdlib’deki şeriat okulları ve cihat köyleri, kadınlara şeriata uygun giyinme talimatları, şeri cezaların yaygınlaşması… Bunların önemi yok. Cisreşşuğur’a Suriye dışından taşınan radikal cihatçıların kendilerine köyler kurması ve yerleşmesi… Bunlar da bir şey değil. Gözlemciler, yani batılı gazeteciler, türk tipi ihvancılar, kimi dışişleri bürokratları öyle demiyor.

VIII. Ömer Bey pek çok hikâye anlatıyor

Suriye’de birçok katliam yapıldı. Örneğin 25 Mayıs 2012’deki Hula Katliamı. Son Suriye Büyükelçisi kendinden emin görünüyor ve “25 Mayıs tarihinde ise rejime bağlı milisler ve güvenlik gücü mensupları Houla bölgesinde iki köyü basarak 110 civarı insanı katlettiler,” diyor.

O vakitler Suriye yönetimi bu katliamın arkasında ÖSO’ya bağlı güçlerin olduğunu gösteren bir rapor yayımlamıştı. Önhon’un bu raporu beğenmeyeceğini bildiğimden, birbiriyle çelişen batılı medya kuruluşlarına dikkat çekmekle yetineceğim: Alman faz, katliamın silahlı muhalifler tarafından yapıldığını yazmışken, Der Spiegel tersini iddia etmişti(35).

Her şeye rağmen Ömer Önhon kararını vermiş görünüyor. Bir benzeri kimyasal silah kullanımı için de geçerli. Nisan 2017’de İdlib’in Han Şeyhun kasabasında, Nisan 2018’de de bir kez daha Guta’da Suriye ordusunun kimyasal kullandığını yazıyor örneğin.

Ve Kimyasal Silahların Yasaklanması Örgütünün (OPCW) başında bir Türk diplomatın, Ahmet Üzümcü’nün olmasını da “kaderin cilvesi” olarak nitelendiriyor. Gerçekten öyle! Zira Wikileaks’in sızdırdığı OPCW iç yazışmalarına bakacak olursak, örgüt yönetimi, Duma-Guta’daki kimyasal saldırıları Suriye yönetiminin yaptığını “kanıtlamak” için belge gizliyordu(36)! Bu belge gizlemenin mimarı da Ahmet Üzümcü’ydü.

Han Şeyhun’daki kimyasal saldırıya ilişkin de, örneğin bir MIT profesörünün hazırladığı rapor var. Bu raporda yazar, Han Şeyhun’da bir sarin gazı saldırısının olmadığı sonucuna varıyordu(37).

Aynı durum, 2013’teki Guta saldırısı için de geçerli. Burada ayrıntılara girmeye gerek görmüyorum, ama Önhon’a Türkiye hakkında çıkan sarin gazı iddialarını, neden yalanlamak için dahi olsa kitabına almaya tenezzül etmediğini sormak zorundayım. Gerek Seymour Hersh’in araştırması, gerek Türk mahkemelerinde Nusra yandaşlarına verilen “sarin gazı” cezalarının zaten esamisi bile okunmuyor kitapta(38).

Suriye’ye giden silahlar, “MİT tırları” meselesi, üç beş füze attırma kayıtları, “ÖSO’yu ABD’yle birlikte kurduk” açıklamaları… Ömer Önhon, dediğimiz gibi, yalanlamak için dahi olsa bunları konu etmiyor. Önhon, zamanı 2012’de durdurarak tarihi yeniden yazıyor. Belleğimizi silmeye, böyle tartışmalar hiç yaşanmamış, Türkiye Körfez’deki ve batıdaki dostlarıyla Suriye’ye müdahale etmemiş gibi yapmaya çalışıyor. Şimdi, “muhalefet”e geçmiş olmanın konforuyla, kendi geçmişiyle birlikte devletin de sicilini temizliyor.

Epilog

Ömer Önhon’un Yetkin Report’ta yazdığını görünce yüzümde müstehzi bir ifade belirdiğini saklayamam. Son 20 yılın sorumlu siyasetçileri, bürokratları, omzu kalabalıkları hiçbir şey yaşanmamış gibi iktidara muhalefet etmeye kalkabiliyorlar.

Bize düşen belleğimizi taze tutmak. 

Ömer Önhon, daha Suriye savaşı başlamadan önce, Türkiye’nin Suriye-İsrail müzakerelerine arabuluculuk eden heyetindeki isimleri sıralıyor: Birisi şu anda Türkiye’nin Birleşmiş Milletler Daimî Temsilcisi olan Feridun Sinirlioğlu, diğeri muhalif Ahmet Davutoğlu, ötekisi eski MİT Müsteşarı (şimdi MİT Başkanı) Hakan Fidan ve en sonunda kendisi.

Bu insanlar, devletin başındaki Erdoğan ve Gül gibi siyasetçiler ve ordunun komuta kademesiyle birlikte, Suriye krizinin sorumlularından. Hangi hakla hiçbir sorumlulukları yokmuş gibi yapabiliyorlar? Şimdi iktidarda olanlar hiçbir sorumluluk kabul etmiyor, onu anladık da, birden muhalefet etmeye başlayanlar bizi aptal mı sanıyorlar?

Şimdi Suriye siyaseti bir kez daha dönüşe hazırlanırken, kafaların karışmasını engellemek gerekiyor. Barış mı? Belki de Ömer Önhon’un kitabının en önemli katkısı, 2008-2011 arasındaki Suriye-Türkiye barış rüzgarlarının gerçek anlamını berrak bir şekilde ortaya sermesindedir: “[Refik Hariri suikastından sonra batının Suriye’ye yönelik tavrını kastediyor, eç] Suriye’nin izole değil, angaje edilmesi gerektiği yolundaki politikamız ülkemizi Suriye’nin dışa açılımındaki kapısı yapmaktaydı(39).”

“Dışa açılan” Türkiye ile “içe kapanan” Türkiye arasındaki sürekliliğin (ve diyalektiğin) vurgulanması; Ömer Önhon’un yegane katkısı budur.

Not: Yazıya katkıları dolayısıyla Emir Aşnas’a teşekkür ederim. Aşnas’ın kitap üzerine bana ilettiği notların odaklandığı yerlerle benim dikkatimi çeken noktaların neredeyse birebir örtüştüğünü görünce yazının içeriğine inancım katlandı.


Dipnotlar:

20-  s. 165.

21-  s. 129.

22- Bu arada Önhon, bir başka Beyrut ziyaretinde de muhalif Suriyelilerle ve Sünni Lübnanlılarla görüştüğünü söylüyor (s. 229). Suriye savaşı esnasında, Lübnan-Trablusşam’daki mezhepsel gerilimlerin kaynaklarına dair küçük bir ipucu olarak alıyorum.

23- s. 172.

24- https://haber.sol.org.tr/dunyadan/oraya-gidilince-islerin-bilindigi-gibi-olmadigi-ortaya-cikti-haberi-43636.

25- Rania Abouzaid, No Turning Back: Life, Loss, and Hope in Wartime Syria, W. W. Norton & Company, 2018, New York&Londra, s. 106 (E-Kitap).

26- Agy, s. 107-111.

27- İbrahim Kaşuş meselesi için bkz. https://haber.sol.org.tr/dunya/bati-medyasinin-basi-kesilen-muhalif-sarkici-yalani-simdi-mi-meydana-cikti-178733

28- Yazının gövdesini uzatmamak adına kesiyorum. Yoksa, Rastan’da öldürülen Türk şoförün neden ve nasıl öldüğüne dair ayrıntılı bir araştırma yapıp yapmadığını sormak isterim mesela Önhon’a. Zira yazar, elindeki bilginin “rejime bağlı birlikler ile muhaliflerin arasında kaldığı” şeklinde olduğunu ileri sürüyor (s. 169). Muhaliflere sempatisini gizlemeyen bir diplomat için olaya fazla “mesafeli” yaklaştığını herhalde kabul edecektir. Üstelik biraz aşağıda, Rastan’ın “rejime karşı ilk ayaklanan yerlerden biri olduğunu” (s. 217) yazmışken…

29- Önhon aynen böyle yazıyor, bkz. s. 162.

30-  s. 238.

31- Meselenin ayrıntıları için bkz. https://haber.sol.org.tr/dunya/isid-ve-belcika-ne-ilgisi-var-137063.

32- “Antakya Operasyon Odası” ve faaliyetleri hakkında ayrıntılı bilgi için bkz. https://www.birgun.net/haber/istebrak-katliami-antakya-operasyon-odasi-78203

33- Katliamın ayrıntıları için bkz. https://haber.sol.org.tr/dunyadan/lazkiyedeki-alevi-katliami-kanlarini-hala-gorebilirsiniz-haberi-80896.

34-  s. 306.

35- Hula Katliamı ve sonrasındaki gelişmelerle ilgili ayrıntılı bir haber için bkz. https://haber.sol.org.tr/dunyadan/suriyedeki-katliamda-yine-gercekleri-karartiyorlar-haberi-55301.

36- Bu konuda ayrıntılı bilgi için bkz. https://yeni1mecra.com/suriyede-kimyasal-saldiri-raporu-tartismasi-yeni-bir-savasin-habercisi-mi/

37- https://haber.sol.org.tr/dunya/mitden-profesor-postol-han-seyhunda-kimyasal-saldiri-olmadi-193549.

38- Seymour Hersh’in kimyasal silah kullanımından Türkiye’yi sorumlu tuttuğu yazısı için bkz. Seymour Hersh’in kritik makalesinin tam metni: Kırmızı çizgi ve gizli hat | soL haber. Sarin gazı davasıyla ilgili haber için bkz. https://www.cumhuriyet.com.tr/haber/sarin-gazi-davasinda-karar-verildi-eren-erdem-hakli-cikti-455713

39-  s. 57.

Exit mobile version