Ana Sayfa Analizler Prof. Leyla Nikola yazdı: Tayyune saldırısı sonrası Hizbullah’ın hasımları onun nasıl davranacağını...

Prof. Leyla Nikola yazdı: Tayyune saldırısı sonrası Hizbullah’ın hasımları onun nasıl davranacağını öngörüyorlar mı?

Askerlik biliminin ve strateji biliminin en önemli kurallarından biri, düşmana üç şeyi bilme imkânını vermemektir: Güçlü yönlerinizi, zayıf yönlerinizi ve tepkinizin ne olacağını.

Prof. Leyla Nikola / Al-Mayadeen
Uluslararası İlişkiler Profesörü, Lübnan Üniversitesi
Çeviren: Emir Aşnas – @asnasemir

Lübnan, Tayyune bölgesinde meydana gelen katliamın etkilerini ve sonuçlarını yaşıyor. Katliam, (liman patlamasıyla ilgili) adli muhakkik Tarık Bitar’ın yaptığı soruşturmanın siyasallaşmasını Adalet Sarayı önünde protesto etmek üzere yola çıkan Emel Hareketi ve Hizbullah destekçilerine çevredeki binaların çatılarına konuşlanmış keskin nişancıların ateş açması sonucunda gerçekleşti.

Bitar’ın yürüttüğü soruşturmaya ilişkin yurt içindeki tartışmada, tarafların her biri konuya ilişkin kendi bakış açısını ortaya koyuyor; bu da adli soruşturmacının çalışmasını, gerçeğin ortaya çıkartılmasının ve mağdurların hakkının verilmesinin bir aracı olmaktan ziyade siyasi kutuplaşmanın konusu haline getiriyor.

Bir tarafta birçok kişi soruşturmaya siyasi müdahale olmaması gerektiğini, yargıç Bitar’ın gerçeğe ulaşması için tam destek ve yetkiye sahip olması gerektiğini, yargının işleyişine siyasi otorite tarafından yapılacak herhangi bir müdahalenin reddedilmesi gerektiğini ve bunun tartışmaya kapalı bir konu olduğunu ileri sürüyor.

Karşı taraf ise, Bitar’ın celp çıkarmakta esas aldığı kriterler hakkında soru işaretleri ortaya atıyor. Örneğin nitratın kendi dönemlerinde limana getirildiği ve depolandığı önceki hükümet başkanları bir tarafa bırakılarak neden yalnızca patlama sırasındaki Başbakanı (Hasan Diyab) suçluyor? Ayrıca, bakanlar açısından ise bu kez neden mevcut bakanları dışarıda tutup eski bakanları (İçişleri, Maliye ve Bayındırlık) soruşturmaya dahil ediyor? Vesaire.. Dayandığı kriterler nelerdir? Neden herkes çağrılıp, dinlenmiyor? Teknik raporla ilgili diğer bir önemli konuya ilaveten Bitar patlamanın nasıl gerçekleştiğini, bir İsrail saldırısı sonucu mu yoksa bir iç patlama neticesinde mi olduğunu, ya da kundaklama ile mi yoksa ihmal sonucunda çıkan bir yangın mı olduğunu bugüne kadar belirlemiş değil. Ayrıca nitrat limana nasıl girdi, kim soktu ve kimindi?

Aslında, her iki tarafın da endişeleri meşru. Bir yandan Lübnanlılar hukuki meselelerin sürekli bir şekilde siyasallaşması gerçeğiyle yaşıyorlar. Aranan kişilerin ve teröristlerin serbest bırakılmasına yönelik kaç kez siyasi müdahale yaşandı? Suçlular için kaç kez af çıkarıldı?  Kaç dava kapatıldı ve Lübnan yargısı kaç kez mağdurların ümidini boşa çıkardı?

Öteki tarafta ise, Başbakan Hariri suikastına ilişkin olarak yalancı tanıkların kullanıldığı, dört kamu görevlisine adaletsiz uygulamaların ve bu görevlilerin dört yıl boyunca haksız bir şekilde hapis yatmasına yol açan Uluslararası Soruşturma Komisyonu soruşturmaları tecrübesi var. Yine bu konuda Alman muhakkik Detlev Mehlis’in skandallarla dolu çalışmasından, bu kişinin “Suriye “Rejimi”ni suçlamak için dış güçler tarafından 4 yıl boyunca kullanılmasından, daha sonra 2009 yılında Der Spiegel’in olayda Hizbullah’ın dahli olduğu şeklindeki yayınlarından sonra aniden Suriyelilerin suçlama kapsamından çıkartılarak daha önce hiçbir itham yöneltilmemiş Hizbullah’ın suçlanmasından falan bahsetmeye bile gerek yok. Seyyid Hasan Nasrallah’ın, “İsrail”in olaya dahil olduğu ihtimaline işaret eden bulguları sunarak tüm senaryoların dikkate alınmasına ve hiçbir ihtimalin dışarıda tutulmamasına yönelik çağrısına karşın, soruşturma tek bir hipoteze yönlendirildi, o da Hizbullah’ın Hariri’ye suikast düzenlediği yönündeydi. Hizbullah mensuplarını suçlayan ilk iddianamenin düzenlenmesine kadar tartışmalar ve olaylar devam etti. Mahkeme yıllar sonra bu sanıkları ve Hizbullah’ı beraat ettirdi ve bu sanıklardan yalnızca birisini mahkûm etti.

Bitar davasıyla ilgili Tayyune olaylarına dönersek, yukarıdaki iki tarafın endişeleri dikkate alınsaydı, soruşturmayı siyasi müdahaleden koruyacak, yargının bağımsızlığını ve soruşturmanın gizliliğini sağlayacak ve hâkime soruşturmalarını müdahale olmaksızın yürütme konusunda tam bağımsızlık verecek yasal bir formüle ulaşılsaydı, buna mukabil karşı tarafa soruşturmanın temel amacından (adil yargılama, adaletin gerçekleşmesi ve suçluların yargılanması) sapmayacağına dair güvence verilebilseydi bu çatışma önlenebilir ve iç savaş sahneleri yeniden ortaya çıkmazdı.

Siyaset ve yargı açısından bu böyle. İç güvenlik konusuna gelince, pusunun bu kadar kolayca yapılabilmesinin ve saatin akrebini geriye döndürme girişiminin şu sebeplerden kaynaklandığı söylenebilir:

1-Devletin ve güvenlik güçlerinin itibarını yitirmesi, özellikle güvenlik kargaşasının, silah taşımanın, mezhepsel karma alanların sınırlarında çatışmaların ve askeri nitelikli gösterişlerin sürmesinin ardından hiçbir işlemin yapılmaması ve güvenlik kuvvetlerinin iç barışı bozan herkese demir yumruğunu kullanmaması. Buna ek olarak, 17 Ekim hareketinde gösterici grupların vatandaşlara yolları kapatması, insanların geçimlerine yönelik hareket etme ve ulaşım haklarını bizzat güvenliğin himayesi ve koruması altında ihlal edilmesi, güvenlik güçlerinin itibarını daha da azalttı.

2- İç caydırıcılık dengesinin bozulması: 2008’den bu yana, iç çatışmaları önleyen bir kırmızı çizgi (ilan edilmemiş) oluşturulmuştu. İçerdeki siyasi taraflar, denge eksikliği ve iç kuvvet dengeleri açısından tarafların birbirine yakın olmaması nedeniyle sokağa çıkmaktan kaçınıyorlardı. Bazı bölgesel taraflar, Suriye’deki çatışmayı Lübnan içine taşımaya çalışarak Lübnan’ı bir iç savaşa itmeye çalıştılar; ancak taraflar arasında dengenin olmayışı Lübnanlıları yeniden savaşa sürüklemenin önündeki ana engel olmaya devam etti.

Ancak son yıllarda yaşananlar, askeri açıdan daha güçlü olan tarafın aldığı bir dizi tutum ve söylem, Hizbullah’ın bir iç savaş “fobisine” sahip olduğunu gösterdi. Yurt içindeki saldırılar ve taraftarların öldürülmesi, sürekli olarak kendine hakim olma ve fitneye sürüklenmeme çağrısıyla karşılandı. Seçim kampanyası sırasında vaat edilen yolsuzlukla mücadeleden bile geri adım atıldı ve “iç savaşa yol açabileceği” gerekçesiyle bu konu Lübnan yargısına devredildi. Ayrıca, 17 Ekim 2019’dan sonraki tüm provokasyonlar ve güneye giden yolu kapatma girişimleri, Halde olayları ve öncesinde yaşanan olaylar da, “öfkenin bastırılması ve kendine hakim olma” çağrılarıyla karşılandı.

Sonuçta, askeri bilimin ve strateji biliminin en önemli kurallarından biri, düşmana üç şeyi bilme imkânı vermemektir: Güçlü yönlerinizi, zayıf yönlerinizi ve tepkinizin ne olacağını… Bu anlamda, devletler veya taraflar muğlaklık politikası benimserler;  düşmanın kendilerinin tepkisini önceden tahmin etmesine imkân vermeyecekleri gibi güçlü ve zayıf yönlerinin ortaya çıkmasına izin vermezler. Aksi takdirde muharebelerini kaybederler.

Dolayısıyla, Hizbullah’ın “yurt içindeki davranışlarını” yıllar boyunca dikkatlice inceledikten sonra, muhalifleri onun beklenen tepkilerini tahmin edebilirler. Böylece, giriştikleri herhangi bir saldırganlığın “kendine hakim olma, kendini tutma” ile karşılanacağını biliyorlar. Sonuç olarak, “sınırlı bir güvenlik gerilimi” yaratılması, Hizbullah’ın ülke içindeki itibarının zayıflatılması ve onun caydırıcılık sağlayan üstünlüğünü yitirmesi sağlanarak siyasi, seçimsel ve maddi kazanımlar elde edebilirler.

Bugün, Tayyune olayından sonra, yurt içindeki tarafların bu alanda gücünün olmaması ve “dışarının” bu konuda isteğinin olmaması nedeniyle Lübnan’da iç savaşın geri dönmesini pek beklemiyoruz. Ancak, güvenlik gerilimleri yaratmaya çalışılması yoluyla ya da bunlara karşılık vererek, içerdeki tarafların tepkilerinde bir değişiklik olmasını bekliyoruz.

Exit mobile version