Ömer Önhon’a karşı: Türkiye’nin Son Şam Büyükelçisinin Söylemedikleri – 1

Bu zorlu görevi, “Türkiye’nin son Şam Büyükelçisi” sıfatıyla Ömer Önhon üstleniyor. Önhon, anılarında, yer yer zaman durmuş gibi yaparak, yer yer diplomatik görev sınırlarını zorlayarak Suriye savaşının hikâyesini anlatıyor kendince. 

Erman Çete – @ermancete

Prolog

Suriye meselesinde, hem Batı’da hem de Körfez’de emperyalist komplonun taraflarından sıkça itiraflar duymaya alışalı çok oldu. Örneğin Hillary Clinton’ın e-postaları, El Kaide’nin “Suriye devrimi”ndeki rolüne ilişkin gayet samimi bilgiler içeriyor. Ya da Barack Obama’nın ikinci dışişleri bakanı John Kerry’nin “Esad’ı zayıflatır diye IŞİD’in gelişmesini izledik” deyişi artık çağlar öncesinden kalmış gibi. Eski Katar Başbakanı Hamad bin Casim’in itirafları da keza öyle.

Batı medyası da, siyasetçilerine benzer şekilde, Suriye sorununda hem kendi hükümetlerinin oynadığı role, hem de savaş boyunca söylenen yalanlara dair dikkatli de olsa yayın yapmaya başladı(1).

Yani, operasyonun tarafı tüm özneler, biri hariç, kendi rollerini -başlarına bir şey gelmeyeceğini bilmenin de rahatlığıyla- kimi açılardan itiraf etmekten kaçınmıyorlar. Biri hariç dedik: Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’a, İçişleri Bakanı Süleyman Soylu’ya, Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu’na filan bakarsanız, Suriye’de akan kanda bir “rejim”in bir de okyanus ötesinden gelen işgalcilerin payı var. Türkiye ise kardeşlik, dostluk, yardım peşinde.

Doğal olarak sözü yayacak birilerine de ihtiyaç var. Tarih, Mart 2011’de durmuş gibi yapacak, geride kalan 11 senenin bıraktığı katranı şekere bulayacak, söylediklerinden çok söylemedikleriyle bizi oyalayacak birine. 

Bu zorlu görevi, “Türkiye’nin son Şam Büyükelçisi” sıfatıyla Ömer Önhon üstleniyor. Önhon, anılarında, yer yer zaman durmuş gibi yaparak, yer yer diplomatik görev sınırlarını zorlayarak Suriye savaşının hikâyesini anlatıyor kendince(2).

AKP hükümetince, Suriye devletine garip bir barış elinin uzatıldığı ve Şam’ın haliyle nasıl ciddiye alacağını bilemediği bir süreç başlamışken, Suriye krizine yakından şahit olan bir devlet görevlisinin, bir ilke imza atarak “içeriden” konuşmasını ciddiye almak durumundayız. Ömer Önhon’un benzer bir ciddiyete sahip olup olmadığına elbette okur karar verecektir; fakat eski büyükelçinin anılarına dalınca, çok şey beklememek gerektiğini anlayacağız. Zaten belki de bu yüzden göreve uygun bulunmuştur: “Suriye’nin Dostları”nın liderliğine bakanlar ne dediğimizi anlayacaktır.

I. Ömer Bey Hariciye koridorlarındaki renkli derinliklerden hoşlanıyor

Son Suriye Büyükelçimiz, Kasım 1985’te Dışişleri Bakanlığındaki ilk görevine başlıyor. Tarih önemsiz değil, hem 12 Eylül sonrası, hem Turgut Özal’ın başbakanlığı dönemi. Türkiye’de devlet, bakanlıklar ve bürokrasi başka bir zihniyetle yeniden yapılandırılıyor. “Kapalı” bürokrasi, sermayeyle içli dışlı olmaya başlıyor; devlet memurları dışa açılıyor, gururla iş bağlamaya başlıyorlar. Özal döneminin memurlarının çoğu böyle yetişiyor(3).

Önhon’un Suriye ile ilk karşılaşması güvenlik meselesi üzerinden oluyor. Su paylaşımı, sınır demarkasyonu ve Hatay meselesi Önhon’un kariyerine başladığı Dışişlerinde Suriye ile sorunlar listesinde yer alan maddeler. Ömer Bey bu sırada güvenlik toplantılarına katılıp not tutuyor. Toplantıların katılımcıları arasında kötü şöhretli istihbaratçıların da olması Önhon’un gözünü kamaştırıyor. “Bu toplantılarda o dönemin ağır isimleri olan,” diyor, “rahmetli Hiram Abas ve Mehmet Eymür’ün mevcudiyetleri olaya ayrı bir boyut ve renk katıyordu.”

12 Mart’ın meşhur Ziverbey Köşkü’nde “staj” yapan bu isimlerle aynı toplantıya girmek ne mutluluk(4)! Çiçeği burnunda Hariciye memuru Önhon, devlet işlerini kaynağından öğreniyor.

II. Ömer Bey zor kullanarak ecdadın mezar taşını buluyor

AKP’li yılların tahribatı o kadar büyük ki, bazen “eski Türkiye”de neler olduğunu unutuyoruz. Neticede bu Hariciyeden Selim Sarperler, Feridun Cemal Erkinler de geçti(5).

Evet, ciddiyetten bahsediyoruz. Henüz AKP’li yıllarda değiliz. Ömer Önhon da daha Büyükelçi değil, onun müsteşarı. 

Önhon, filmlerde “foreshadowing” denen tekniği kullanıyor ve büyük başarısını daha anlatmadan sezdiriyor: “İftiharla söyleyeyim, mezbelelik halini almış ve unutulmuş olan bu mezarlığı ben ortaya çıkardım.”(6)

Hangi mezarlık? Şeyh Muhiddin Arabi Camii’nin yanındaki Osmanlı mezarlığı. Suriye Üniversitesinden bir profesör arkadaşı haber veriyor. Sonrasında neler yaşandığını Önhon yazıyor, biraz uzun ama dokunmadan aktarıyorum:

Ertesi gün, büyükelçiliğimizin sözleşmeli personeli Firaz Halife’yle birlikte arkadaşımın söylediği yere gittik. Caminin bitişiğinde, etrafı iki buçuk metre kadar yükseklikte duvarlarla çevrili bir alan bulunmaktaydı. Buraya, üzerinde asma kilit duran bir kapıdan giriliyordu. Cami görevlisini bulduk ve bahçeye girmek istediğimizi söyledik. İzin lazım dedi, anahtar kayıp dedi, bugün git seneye gel dedi, kısacası girmemizi istemedi. Bir süre tartıştıktan sonra, yerden bir taş aldım, Firaz’ın şaşkın bakışları ve bekçinin protestoları altında kilidi kırdım ve içeri girdik(7).

İnanılır gibi değil ama böyle! Bir diplomatik temsilci, Suriye’de görevdeyken zor kullanarak bir yere giriyor ve utanmadan, hatta ne utanması, iftiharla bunu anlatıyor. 

İnsanın aklına, ister istemez, Önhon’un bu türden bir kabadayılığa herhangi bir batılı ülkede cüret edip edemeyeceği geliyor. Mümkün değil, zira Önhon’un yazdıklarına da yaşadıklarına da, Türk Hariciyesine sinmiş bir kibir eşlik ediyor. O kibir, güney komşularımıza çocuksu milletler muamelesi yaparken ortaya çıkıyor. “Ecdadın mezarına” sahip çıkamayan Suriye’de, tüm diplomatik teamüller bir kenara bırakılıyor ve kamusal bir alanda kimseye aldırış etmeden taşla asma kilit kırılıyor. 

Keşke bunlar aşırı yorum veya istisna olsaydı. Zamanı biraz ileri sarıyoruz, Önhon şimdi Büyükelçi. Deyrezzor’a gidiyor. Ermeni Kıyımından sonra bu halka yurt olan kentte bir Ermeni Kilisesini ziyaret etmeye karar veriyor. Gerisini kendisinden okuyoruz:

2 Aralık’ta akşam yemekten sonra şehrin merkezinde yer alan, yüksek duvarlarla çevrili Ermeni kilisesine gittik. Bize refakat eden muhaberat elemanlarının başındaki yetkili Türkmendi. Onun da yardımıyla, somurtuk suratlı bir Ermeni kilise görevlisinin itirazlarına rağmen emrivaki yapıp içeri girdik(8).

“Somurtuk suratlı” Ermeni kilise görevlisinin görevinin ne olduğunu bile öğrenmekten aciz (Rahip? Zangoç?) Önhon, yine emrivaki yapmayı kendine hak görüyor. Önhon, daha sonra Suriye krizinin patlak verdiği günlerde de Suriye yönetimine haber vermeden Humus’a gitmek ”zorunda kaldığını” yazıyor(9). Tıpkı, ABD Büyükelçisi Robert Ford gibi…

III. Ömer Bey duyarlı bir vatandaşımızı zalim rejimin elinden kurtarıyor

Keşke aşırı yorumluyor olsaydık demiştik. Oysa diplomatımızın akla hayale sığmaz davranışları bitmek bilmiyor. 

Suriye krizi patlayınca, dış müdahaleden sorumlu tutulan ülkelerin elçilikleri önünde protestolar düzenleniyor. Bazen iş şiddete kadar varıyor, elçilik binalarına giriliyor, bayraklar yakılıyor. Suriyeliler, Önhon’a göre bindirilmiş kıtalar, krize tepki veriyorlar.

Akabinde, bayrak yakmak birdenbire Suriyelilerin “kültürü” oluyor, elçi beyin hiç hoşuna gitmiyor. Ama işte, kendi evi camdan olanın başkasının evine taş atması ayıp kaçıyor. Şimdi oraya geliyoruz.

Suriye ile Türkiye arasındaki gerginlik büyüyor. Şam’da, Ankara’nın eski dostunu sırtından vurduğuna dair bir algı gelişiyor. Suriye’deki Türk temsilcilikleri önünde protestolar, yer yer saldırılar yaşanıyor. Karşılıklı restleşmeler sürerken, bir TC vatandaşı Şam’daki Türk elçiliğinin önüne geliyor, “Türkiye, Türkiye” diye tezahürat yapıyor ve sonra yanında getirdiği Suriye bayrağını parçalayıp ateşe veriyor.

Suriyelilerin “bayrak yakma kültürü”ne burun kıvıran Önhon’un utanmasını beklersiniz değil mi? En azından “münferit bir vaka” filan demesini?

Çok beklersiniz. Önhon’un, olayı anlattığı alt başlık çok manidar: “Duyarlı Bir Vatandaşımızın Eylemi.”(10)

Duyarlı vatandaşımız Suriye’nin başkentinde, bir TC vatandaşı olarak Suriye bayrağını yaktığı için haliyle gözaltına alınıyor. Önhon duyarlı, milli şuurla dopdolu vatandaşımız için Suriye İçişleri Bakanlığına mektup yazıyor, vatandaşımızın psikolojik sıkıntıları bulunduğunu bildiriyor.

Ne acı: Duyarlı vatandaşımıza meczup muamelesi yapıyor.

Antrakt: Ömer Bey zorlu diplomatik görevlerinden arta kalan zamanlarda eğleniyor

Son Suriye Büyükelçimiz, bazen yediğini içtiğini bir kenara bırakıyor ve bize gördüklerini anlatıyor.

Eski Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, eski Suudi Arabistan Dışişleri Bakanı Suud El Faysal’ın uçağına biniyor ve yanına Önhon’u da alıyor. Önhon, özel uçağa dönüştürülmüş Boeing 737’nin gayet etkileyici ve konforlu olduğunu not ediyor.

Ömer Bey, Mısır Dışişlerinin danışmanı bir diplomatla oturuyor, Suudi, Mısırlı ve Türk bakanlar yandaki masada. Büyükelçimiz biraz göz banyosu yapmayı ihmal etmiyor ve tarihe not düşüyor:

Yolculuk boyunca etekleri diz boyunun üzerinde gayet hoş yabancı hostesler yiyecek-içecek servisi yaptılar. İstişari boyutunun yanı sıra görsel zenginliği de olan bir uçak yolculuğuydu…(11)

IV. Ömer Bey Suriye tarihinin ve toplumunun derinliklerine iniyor

Milli Mücadele dönemini saymazsak, Türkiye’nin egemenlerinde Suriye’ye yönelik bakışta süreklilik görürüz. Milli Mücadeleyi ayrı tutuyoruz, zira bu dönem kemalist hareketin Fransızlara direnen Suriyeli yurtseverlere yardım ettiğini, bugün Suriye’de hâlâ milli kahraman olarak anılan İbrahim Hananu’ya Ankara’dan her tür desteğin verildiğini, yine bu dönem bolşeviklerin kısa sürse de bir Arap-Türk-bolşevik ittifakına göz kırptığını biliyoruz(12).

Dediğimiz gibi, bu dönem kısa sürdü. Mustafa Kemal Paşa’nın Ortadoğu’da belirli bir saygınlığı uzun süre korumuş olmasına rağmen, güney komşularımızın Türkiye’nin irredantist emellere sahip olabileceği yönündeki korkusu iki savaş arasında devam etti. İskenderun Sancağı meselesi, Araplar açısından bu korkunun gerçek kılındığı bir uğraktı.

Türkiye’nin Halep ve Cezire’ye yönelik bir hamlesinin olabileceği söylentisi, Soğuk Savaş’ta Menderes hükümetinin, komünizme karşı savaşta ABD’den bile daha hevesli bir şekilde Suriye’yi işgalle tehdit ettiği 1957 yılında ayyuka çıkacaktı. 

Yani bu işler öyle Abdullah Öcalan’ın Şam’da barındırılmasıyla başlamadı.

Ömer Önhon da bu çizgiyi izliyor. Önhon’un çizgisinde, Hatay’ın “40 asırlık Türk yurdu” olduğu gibi iddialar var. Türkiye ile Suriye’nin 1936’da savaşın eşiğine geldiği gibi külliyen yalan bilgiler var. Önhon’un çizgisinde 1938 yılında İskenderun Sancağında yapılan nüfus sayımında 35 bin Türk, 11 bin Alevi, 5 bin Ermeni ve 1000 Arap’ın yaşadığının tespit edildiği gibi desteksiz atışlar var(13).

Ama bu çizgide elbette Menderes’in işgal tehdidiyle tırmanan 1957 Krizi yok. Türkiye’nin 1978-82 ayaklanmasında İhvancı güçlere nasıl destek verdiği yok(14). Türkiye’nin suyu asla silah olarak kullanmadığına ilişkin laflar var, ama gerek artık esamisi okunmayan Türk üst düzey yetkililerinin eski açıklamalarından, gerekse bugün Haseke’nin neden susuz kaldığından bahsetmek yok(15).

Fakat “Nusayriler” var. Önhon, (Arap) Alevilerin kendilerine “Nusayri” demediklerini, bu sözcüğün genellikle mezhepçi selefiler tarafından aşağılamak amacıyla kullanıldığını bilmiyor olamaz. Bilmiyor idiyse bile 11 seneden sonra öğrenmiş olmalıydı. 

Demek ki bilerek yapıyor. “Başkanın etrafında önemli bir bölümü Nusayri olan, askeri ve güvenlik yetkililerinden meydana gelen bir yapı bulunmaktadır”, “Nusayriler”in Fransız mandasıyla işbirliği, “Nusayriler”in birbirini tutması, “Yönetimi ve kilit mevkileri ellerinde tutan Nusayriler”, “… rejimin omurgasını oluşturan Nusayrilerin yaşadığı ve Esad’ın da köyünün (Kırdaha) bulunduğu Lazkiye’de…”, “Esad ülkede hakimiyeti kaybederse Humus-Tartus-Banyas-Lazkiye hattında Nusayri devleti kuracak”…

Neler neler…

Ama en güzelleri henüz gelmedi. Önhon, bize adeta New York Times makalesinden bir bölüm okutuyor ve birtakım devlet görevlilerinden bahsederken yanlarına mezheplerini yazıyor: Esad’ın Savunma Bakanı (Nusayri) görevden alınıyor, yerine Genelkurmay Başkanı (Hıristiyan) geliyor. Ömer Önhon (Sünni?), Batı ve Körfez medyasından sufle alan yerli İhvancı medyanın dilini (“Nusayri rejimi”, “Azınlık diktatörlüğü”) çok beğenmiş olacak ki (belki de hep böyleydi) bu sözleri olduğu gibi kitabına alıyor.  

Bitmedi. Ömer Bey, Suriye’nin mezhep dağılımını araç plakalarından şak diye tespit edebiliyor. Suriyelilerin alınlarında mezhepleri yazmıyor olabilir, ama araçlarında yazıyor. Hatta mezhepleri ne kelime, bağlı bulundukları köy ve bucaklar ile yaşadıkları dağlar bile belli olur. Önhon yazıyor:

19 Aralık Cumartesi sabahı büyükelçilikten bir arkadaşım telefon etti; Rawda Meydanı civarındaki sokaklarda Lazkiye plakalı otobüslerin park ettiğini bildirdi. Bunun anlamı şuydu: Esad rejiminin bağrı olan Lazkiye civarındaki Nusayri dağlarından otobüslerle özel göstericiler getirilmişti(16).

Son Büyükelçimizin yetenekli olduğunu teslim etmek gerekiyor. Göstericiler özel, özel oldukları geldikleri otobüslerin plakalarından belli, belli ne kelime, Lazkiye plakası demek Nusayri dağlarında ikamet etmek demek. Ne mutlu devletimize ve milletimize ki, bu kadar uyanık diplomatlara sahibiz.

Ama uyanık Ömer Bey, yetenekleri tek seferde kullanıyor değil. Mesela 2011’deki Cisreşşuğur Katliamından sonra Suriye devletinin organizasyonuyla bölgeye gidiyor. Giderken, Hama-Mharde-Sukaylabiye-El Ankavi yolundan gidiyorlar. Önhon tespiti yapıştırıyor: “1,5 saat kadar uzatan bu güzergâhın, Nusayri köylerinin yer aldığı bölgeden geçtiği için güvenli olduğu düşüncesiyle seçildiğini değerlendirdik.”(17)

Şimdi, Mharde ve Sukaylabiye’nin çoğunlukla Hıristiyan, El Ankavi’nin ise Sünni olduğunu bilmiyor olabilir mi Önhon? Değerlendirmelerini hep böyle mezhep kriterleri üzerinden mi yapmaktadır üstelik? Mütekait Büyükelçiye sonuna kadar iyi niyetle yaklaşacak olsak, cehalet etiketi mi daha iyi olur, yoksa bilerek yalan söylediğini düşünmek mi? 

Belki okuduğunu anlamamak da var. Zaman zaman “Nusayriler kayırılsa da Sünniler, Dürziler, Hıristiyanlar iş dünyasından dışlanmadı” demek zorunda kalan Önhon, yine de Suriye’de bir “azınlık yönetimi” olduğuna kanidir: “Ülkeyi genel itibarıyla, azınlığın hâkimiyetindeki bir dikta rejimi yönetmektedir.”(18) Ve aynı Önhon, Patrick Seale’in kitabını okuduğunu söylüyor ve kaynakçada da bu kitaba yer veriyor.

Seale, Asad kitabında, Önhon’un ve cümle batı dünyasının “azınlık diktası” tezine karşı Hafız Esad’ın siyasi kişiliğini belirleyen esas unsurun mezhep dayanışması değil, sınıfsal ya da siyasi müttefik arayışı olduğunu yazar(19). Zaten Seale’in kitabı, neredeyse bir bütün olarak, aslında batıda ve islamcılar arasında hayli yaygın olan “Alevi(ci)” Hafız Esad iddiasını çürütür.

Demek ki Önhon, Suriye-Türkiye ilişkilerinin tarihine nasıl eklektik bakıyor, işine gelenleri yazıp gelmeyenleri sessizlikle geçiştiriyorsa, okuduğu kitaplara da benzer şekilde yaklaşıyor. 

devamı gelecek…

Not: Yazıya katkıları dolayısıyla Emir Aşnas’a teşekkür ederim. Aşnas’ın kitap üzerine bana ilettiği notların odaklandığı yerlerle benim dikkatimi çeken noktaların neredeyse birebir örtüştüğünü görünce yazının içeriğine inancım katlandı.

———

Dipnotlar:

1-  Fazlasıyla “tarafsız” görünmeye çalışsa da, egemen anlatıların nasıl oluşturulduğuna ilişkin yakın tarihli bir çalışma için bkz. Ben Cole, The Syrian Information and Propaganda War, Palgrave Macmillan, 2022, İsviçre.

2- Ömer Önhon, Büyükelçinin Gözünden Suriye, Remzi Kitabevi, 2021, İstanbul, s. 22. Aksi belirtilmedikçe tüm alıntılar bu kitaptandır.

3- Bir başka tanıklık, TİKA’nın Kurucu Genel Başkanı Umut Arık’tan geliyor: Türk’e Yeni Bir Dünya: Türk İşbirliği ve Kalkınma Ajansı’nın Kuruluşu, 2020, Destek, İstanbul. Arık, düşünce dünyasının ötesinde kariyerini de Özal’a borçlu görünüyor. Darbeden sonra cuntacılara mektup yazan Vehbi Koç’un, “işlerimizden en iyi anlayan kişi” dediği Turgut Özal, bürokrasiye dışa açarken devlet memurlarını komisyonculara dönüştürüyordu.

4- Önhon, Adana Mutabakatından sonra Suriye’ye gönderilenler arasında Levent Göktaş’ın da bulunduğunu yazıyor. Göktaş o zamanlar yarbay rütbesinde, bkz. s. 39.

5- Yine de AKP döneminin bambaşka olduğunu not etmek istiyorum. Bu bambaşkalığa Ömer Önhon da şahitlik ediyor, noktasına dokunmadan, yorumsuz aktarıyorum: “Stratejik Konseyin liderler düzeyindeki ilk toplantısı da 22-23 Aralık 2009 tarihlerinde Şam’da düzenlendi. Türkiye’den 11 Bakan, 200 civarında bürokrat ve 180 işadamının katıldığı, rekor sayıda basın mensubunun izlediği bu toplantıda farklı alanlarda toplam 52 anlaşma imzalandı. Aslında, müzakere edilip nihai şekli verilen anlaşma sayısı 50’nin altındaydı ama büyüklerimiz imzalanacak anlaşma sayısının 50’nin altında olmamasını istediler. Biz de, sağlık alanındaki anlaşmayı başlıkları itibarıyla birkaç parçaya böldük ve 50’yi bulduk! Herkes mutlu oldu.” (s. 72)

6- s. 30.

7- s. 30.

8- s. 82.

9- s. 162. Önhon, bir başka yerde de, Hama Valisi’nin “girmeyin” dediği camiye valiyi atlatıp nasıl girdiklerini anlatıyor, s. 155.

10- s. 194-5.

11- s. 286.

12- Ne acıdır ki, kemalistlerin direnişine destek verdikleri İbrahim Hananu’nun Suriye’deki heykeli, Türkiye’nin desteklediği silahlı gruplar tarafından yıkıldı. Sadece düşünce olarak kalan Arap-Türk-Bolşevik ittifakı için bkz. Eliezer Tauber, “Syrian and Iraqi Nationalist Attitudes to the Kemalist and Bolshevik Movements”, Middle Eastern Studies, 1994, 30(4), 896-915.

13-  s. 41. Önhon, rakamları gayet özgür biçimde yuvarlarken, bir şeyi atlıyor: Bilgilerin doğru olup olmaması bir yana, yazdığı sayılar nüfusa değil, seçmen sayısına işaret etmektedir. “Hatay Devlet Başkanı” Tayfur Sökmen’in Hatay’ın Kurtuluşu İçin Harcanan Çabalar kitabında verdiği sayılar da bu yöndedir (s. 6-7). Fakat artık elimizde bu nüfus tartışmalarına ilişkin ciddi Türkçe yayınlar var. İki örneğe işaret etmekle yetiniyorum: Serhan Ada, Türk – Fransız İlişkilerinde Hatay Sorunu, Alfa, 2020, İstanbul; Serdar Korucu, Sancak Düştü: İskenderun Sancağı’ndan Hatay’a “Ermeni Meselesi”, Aras, 2021, İstanbul. Daha “dışarıdan” bir göz de var: Robert B. Satloff’un kendi yaptığı tahminle 1930’ların ortasındaki nüfus dağılımı için bkz. Robert B. Satloff, “Prelude to Conflict: Communal Interdependence in the Sanjak of Alexandretta 1920-1936”, Middle Eastern Studies, 22:2, s. 154. 1945 yılında, The American Journal of International Law için bir makale kaleme alan Majid Khadduri ise, Fransız verisine göre sancaktaki Türk nüfusunun oranının yüzde 35 ila 40 arasında değiştiğini yazıyor. Önhon’un sayılarına bakacak olursak İskenderun Sancağında Türk nüfusunun toplam nüfusa oranı yüzde 67’yi buluyor.

14- Akademisyen Behlül Özkan, bu desteğin ne boyutlarda olduğunu ayrıntılarıyla yazdı, üstelik Önhon’un da yazarları arasında olduğu Yetkin Report’ta! Bkz, Behlül Özkan, “Film gibi bir Müslüman Kardeşler ve Suriye hikayesi”, Yetkin Report, 2 Mart 2020.

15- Su meselesinin geçmişini ve bugününü şurada yazdım: https://thecradle.co/Article/Investigations/14625

16- s. 39.

17- s. 130.

18- s. 92-3.

19- Patrick Seale, Asad of Syria: The Struggle for the Middle East, University of California Press, 1988, Berkeley&Los Angeles, s. 36. Bir başka yerde, Esad iktidarının güvenlik çekirdeğini anlatan Seale, bu kademelerde Alevilere sıkça rastlandığını fakat bunun hususen yapılmadığını belirtiyor ve ekliyor: Esad bir Alevi mezhepçisi değildiyse de yakınlarını kendi cemiyetinden seçmiş olduğu doğrudur. Agy, s. 177.  Seale’in aktardığına göre, FKÖ’deki Suriye yanlısı isimlerden Halid el-Fahum’un, o sıralar Albay rütbesindeki Hafız Esad’la yaptığı görüşmeden çıkardığı izlenimler şöyleydi: kentlerdeki yöneticilerden ve onların kırsal müttefiklerinden nefret ediyordu, koşulsuz bir şekilde kendi memleketinin köylülerinden taraftı ama şüphesiz ki komünist değildi, Suriyelilerle Filistinlileri bir görüyordu ve adanmış bir Arap milliyetçisiydi. Agy, s. 88.