Arap-İran dostluğu jeopolitik bir gerçekliktir

“Batılı analistlerin gözden kaçırdığı husus, zengin Körfez ülkelerinin ABD’nin yancısı olarak sürdürdükleri madun hayatlarından bıkmış olmaları.”

M. K. Bhadrakumar
Indian Punchline
9 Kasım 2023
Çeviri: Emre Köse – @emrekosesy

İran Cumhurbaşkanı İbrahim Reisi’nin 13 Kasım’da Suudi Arabistan’a yapacağı ilk ziyaret, mart ayında Çin’in arabuluculuğuyla iki ülke arasında başlayan yakınlaşmada bir dönüm noktasına işaret ediyor. İlişkiler, Filistin-İsrail ihtilafı bağlamında niteliksel olarak yeni bir dayanışma düzeyine doğru hızla ilerliyor.

Bu durum, uzun süredir ABD’nin hakimiyetinde olan ancak artık öyle olmayan bölge siyasetindeki tektonik plakalarda oynamaya işaret ediyor. Pazartesi günü Gazze’de ateşkesi teşvik etmek amacıyla Çin ile Birleşik Arap Emirlikleri tarafından gerçekleştirilen son girişim, New York’taki BM merkezinde iki ülkenin temsilcilerinin medyaya ortak bir bildiri okumasıyla olağanüstü bir diplomasi gösterisiyle tamamlandı. Ortaklıkta ABD’nin esamesi okunmuyordu.

İsrail kılıcını saban demirine dönüştürmeye istekli olmadığı sürece, 7 Ekim’den bu yana yaşananlar, ABD’nin İsrail’i kendi şartlarıyla Müslüman komşusuna entegre etme girişimlerinin boş bir hayal olduğunu açıkça ortaya koyuyor. İsrail’in Gazze halkına — “hayvanlara” — yönelik intikam saldırılarının vahşeti ırkçılık ve soykırım kokuyor.

İran, Siyonist rejimin canavarlığını başından beri biliyordu. Suudi Arabistan da her şeyden önce kendi bölgesinde yaşamayı öğrenmesi gerektiği yönündeki uyandırma çağrısının ardından rahatlamış bir ruh hali içinde olmalı.

Reisi, Suudi Arabistan’a güç dinamiğinde tarihsel bir değişimin yaşandığı şu dönemde gidiyor. Kral Selman, Reisi’yi Riyad’da ev sahipliği yapacağı özel bir Arap ülkeleri zirvesinde İsrail’in Gazze’de Filistinlilere karşı işlediği suçlar hakkında konuşması için davet etti. Bu durum Suudilerin, Amerika’nın iknasıyla İbrahim Anlaşmalarına dahil olma niyetinin bile Arap halkını yabancılaştırdığının derin bir şekilde farkına vardığını gösteriyor.

Batı söyleminde Batı Asya’da Rusya-Çin-İran ekseni olduğuna dair bir yanılgı söz konusu. Bu mantıksız türden bir yanlış yorumlama. İran’ın 1979’daki İslam Devrimi’nden bu yana izlediği üç aşamalı tutarlı dış politika ilkesi şu: bir, stratejik özerkliği kutsal; iki, bölge ülkeleri kaderlerini kendileri tayin etmeli ve bölgesel sorunları bölge dışı güçleri dahil etmeden kendileri çözmeli ve üç, bu yol ne kadar uzun ve dolambaçlı görünürse görünsün Müslümanların birliğini teşvik etmeli.

Bu ilke, koşulların —esasen ABD tarafından izlenen sömürgeci böl ve yönet politikasının yarattığı koşulların— zorlaması nedeniyle ciddi sınırlamalara maruz kaldı. ABD’nin, İslam devrimini henüz emekleme aşamasındayken engellemek amacıyla bölge ülkelerini Saddam Hüseyin ile işbirliği yaparak İran’a karşı saldırı başlatmaya teşvik ettiği Irak-İran savaşı gibi koşullar bile kasıtlı olarak tasarlanmıştı.

Bir başka acı hadise de Suriye’deki çatışmaydı. Burada da ABD, Washington’un işgali altındaki Irak’ta kuluçkaya yatırdığı terör örgütlerini kullanarak İran’ı hedef alma yönündeki nihai hedefiyle Şam’da rejim değişikliği için bölge ülkeleri arasında aktif bir şekilde görüş alışverişinde bulundu.

ABD, Suriye’de bölge ülkelerini karşı karşıya getirmeyi zekice başardı ve sonuç, bir zamanlar İslam medeniyetinin kalbinin attığı yerin harabelerinde açıkça görülüyor. Çatışmanın zirve yaptığı dönemde, pek çok Batılı istihbarat teşkilatı Suriye’de serbestçe faaliyet göstererek terör örgütlerinin ülkeyi kasıp kavurmasına yardımcı oluyordu ki bu ülkenin en büyük günahı, İran gibi, soğuk savaş ve sonrası dönemler boyunca sürekli olarak stratejik özerkliğine ve bağımsız dış politikalarına öncelik vermesiydi.

ABD ve İsrail’in tehdit algılarını abartarak ve bazı Körfez Arap ülkelerini İran’ın muhalif hareketlere verdiği iddia edilen desteğin yanı sıra İranlı vekillerin doğrudan tehditleri ve hatta saldırılarıyla karşı karşıya olduklarına ikna ederek Müslüman Orta Doğu’yu parçalamakta büyük başarı elde ettiğini söylemek yeterli olacaktır.

Elbette ABD, büyük miktarlarda silah satarak ve daha da önemlisi petrodoları Batı bankacılık sisteminin temel direği haline getirerek bundan menfaat sağlamıştı. İsrail’e gelince, dikkatleri başından beri Orta Doğu krizinin temel meselesi olan Filistin meselesinden uzaklaştırmak için İran’ı şeytanlaştırmaktan doğrudan fayda sağladı.

İran-Suudi-Çin anlaşmasının yürürlüğe girmesinin, Riyad ile Tahran arasında son on yılların büyük kısmında var olan düşmanlığı azalttığını söylemek yeterli olacaktır. Her iki ülke de Pekin’deki gizli görüşmelerin başarısının yarattığı ivmeyi, müdahale etmeme taahhüdüyle pekiştirmeye çalıştı. Bununla birlikte Körfez’deki Arap ülkeleri ile İran arasındaki ilişkilerin son iki yılda halihazırda önemli ölçüde iyileşmiş olduğunu da belirtmek gerekir.

Batılı analistlerin gözden kaçırdığı husus, zengin Körfez ülkelerinin ABD’nin yancısı olarak sürdürdükleri madun hayatlarından bıkmış olmaları. Bu ülkeler, Soğuk Savaş döneminin aksine, ideoloji ya da güç dinamiği nedeniyle sıfır toplamlı bir zihniyetten kaçınarak, ulusal yaşamlarını kendi seçtikleri istikametlerde ve kendilerine saygı duyan ortaklarla önceliklendirmek istiyorlar.

Bu nedenle Biden yönetimi, Suudilerin bugün OPEC+ platformunda Rusya ile birlikte çalışarak ekstra gönüllü petrol üretimi kesintisi taahhütlerini yerine getirmelerini, aynı zamanda ABD ile nükleer teknoloji konusunda müzakerelerde bulunmalarını ve bir ay önce Bilad’uş Şam’da alevlenen yangının Batı Asya bölgesinin geri kalanına yayılmasını önlemek için Pekin ile diplomatik yolda ilerlemelerini kabul edemez.

Belli ki Suudiler artık ABD-İran çatışması ihtimalinden pek hoşnut değiller. Öte yandan Suudiler ve İranlılar, bölgesel istikrar ve güvenlik olmadığı takdirde kalkınmaya öncelik veren yeni anlayışlarının dağılacağı konusunda ortak bir endişeye sahipler.

Dolayısıyla Blinken’in pazartesi günü Tel Aviv’e yaptığı son ziyarette yaptığı gibi Hizbullah, Hamas ve İran’ı tek bir cephe olarak ele almak ve bölgenin geri kalanıyla yan yana koymak Washington açısından tam bir safdilliktir. Hizbullah ve Hamas’ın “terörist” hareketler olduğu safsatası açığa çıkmak üzere; doğrusunu söylemek gerekirse, tarihsel olarak IRA ile ilişkili olan Sinn Féin’den ne farkları var?

Bu naiflik, bugün gülünç görünen Batı Asya QUAD 2’sini (“I2U2”) yaratmaya dönük saçma ABD-İsrail-Hindistan girişiminin ya da kısa süre önce G20 zirvesi sırasında Yeni Delhi’de Suudileri Hindistan-Ortadoğu-Avrupa Koridoru projesine dahil etmek amacıyla —İsrail’i “bütünleştirmesi” ve Hayfa Limanı için iş yaratması, İran ve Türkiye’yi tecrit etmesi, Rusya liderliğindeki Uluslararası Kuzey-Güney Koridoru’nu çöpe atması ve Pekin’in Kuşak ve Yol projesine orta parmak göstermesi umuduyla— tertip edilen ikiyüzlü planın altını çiziyor. Oysa hayat gerçeklerden ibarettir.

Her şey göz önünde bulundurulduğunda, ABD Dışişleri Bakanı Antony Blinken’ın İsrail’e yaptığı bölgesel tur ve geçtiğimiz hafta sonu Amman’da seçkin bir grup Arap ülkesiyle gerçekleştirdiği zirve, Gazze krizinde belirleyici bir ana dönüştü.

Arap dışişleri bakanları, Blinken’ın Yahudilerin çıkarlarını korumak adına kötü niyetle öne sürdüğü ateşkes yerine “insani duraklama”; İsrail’in korkunç ve acımasız saldırılarından kaçan Gazze halkı için Arap parasıyla finanse edilecek ancak sonunda Gazze’de Yahudi yerleşimlerine yol açacak mülteci kampları gibi kötü niyetli önerilerin (İsrail son derece önemli güvenlik alanında Gazze’ye hakim olmaya devam ederken enkazın Filistin Yönetimi tarafından kaldırılacağı ve yeniden inşanın Körfez ülkeleri tarafından finanse edileceği bir savaş sonrası düzenlemesinin ana hatlarını; İran’ın, Amerikan yapımı İsrail kıyma makinelerine konulan Hizbullah ve Hamas’ı kurtarmaya gitmesinin engellenmesi) hiçbirini kabul etmediler.

Bu tam bir ikiyüzlülüktü. Arap dışişleri bakanları tek bir ağızdan Blinken’ın önerisine karşı önerilerini —derhal ateşkes— dile getirdiler. Başkan Biden nihayet duvardaki yazıyı görmüş gibi görünüyor; her ne kadar bir zamanlar birinin ona dediği gibi özünde dünyanın bir numaralı Siyonisti olmaya devam etse de ve motivasyonları büyük ölçüde 2024 seçimleri yaklaşırken kendi siyasi hayatta kalmasından kaynaklansa da.

Her ne olursa olsun, küresel toplumun İsrail apartheid devletini durdurma konusunda ısrarcı olması artık büyük bir olasılık. Zira Müslüman ülkeler bir araya geldiklerinde, ortaya çıkmakta olan çok kutuplu dünya düzeninde kararları onlar veriyor. Filistin meselesinin çözümünün daha fazla gecikmeye tahammülü olmadığı yönündeki talepleri, Batı Yarımküre de dahil olmak üzere yankı buldu.