Ali Mourad ile Lübnan’da derinleşen ekonomik kriz ve sebepleri üzerine röportaj

Lübnanlı Körfez uzmanı Ali Mourad ile Lübnan’da derinleşen ekonomik krizi ve nedenlerini konuştuk.

Lübnan Al-Akhbar gazetesinde makaleleri ve çalışmaları yayınlanan Ali Mourad aynı zamanda Körfez uzmanı. Ali Mourad son zamanlarda gündemde yer alan yeni sosyal medya aplikasyonu Clubhouse uygulamasında, Ortadoğu’nun birçok gündemini ele alan hararetli tartışmalarda yorumlarıyla dikkat çekiyor.

Hasan Sivri: İki yıl önce patlak veren gösteriler, Beyrut patlaması ve hükümet kurma krizinin ardından bugün Lübnan’da ekonomik ve sosyal kriz derinleşiyor. Lübnanlılar için vahim sonuçlara yol açan derin ayrılıkların tarihsel arka planı nedir?

Ali Mourad: Lübnan’ın şu anda içinde bulunduğu mali ve ekonomik kriz, beklenmedik değildi veya aniden ortaya çıkmadı. Büyük Lübnan devletinin 1920’de kurulmasından bu yana rejimin doğasını, yönetim sisteminin yapısını, Lübnan ekonomisinin gerçekliğini ve siyasi rejimini bilen kimse, var olanın ‘gerçek manada bir devlet’ olmadığını da bilir. Lübnan, belirli mezheplerin/grupların dışarıdan ‘sponsorluk’ aldığı ve bunun karşılığında komşularına ve turistlerine bir dizi hizmet sunduğu karmaşık bir varlık. 1975’te patlak veren iç savaş; belirli mezheplere/gruplara yönelik yaklaşık 50 yıl süren ayrıştırma ve adaletsizlik birikiminin ve bu mezheplerin/grupların birçok konuda dışlanmasının sonucuydu. İç savaşın sonucunda ise; Lübnan’daki mezhepler ve güçler arasındaki dengesizlik sorununu pratikte çözmeyen, daha çok bir dizi mezhepçi gücü ve savaş ağasını, yeniden kurulan ve sorunu yeniden üreten bir sistem içinde bir araya getiren Taif Anlaşması üzerinde anlaşma sağlandı. Bu güçler arasında bir kota sistemi vardı ve temel sorunlar süregeldi. Bu sorunlar, Lübnan’da hakiki anlamda bir ekonominin olmamasından ve bankacılık sektörünün, yabancı sermayeyi çekmenin bir yolu olarak bankacılık gizliliğine dayandığı bir hizmet birimi olarak, Lübnan’a sahip olmaya devam etme ısrarından kaynaklanıyor. Siyasi kota sistemi, bu sektörün borçlanma ve yurt dışından borç alınan sermayeyi (Refik Hariri’nin düzenlediği üç Paris konferansı) siyasi kota sistemi arasında bölme sürecine de ortaktı.

1993’ten 2019’a kadar Lübnan’ı yöneten Taif Anlaşması rejimi, 2005 yılına kadar belirli siyasi partileri (Özgür Yurtsever Hareketi ve Hizbullah’ı) kapsamıyor ve bu partileri borçlanma gibi kararlara da ortak etmiyordu. Taif Anlaşması rejimi, iki yeni siyasi partinin hükümetlere katılımını reddediyordu. Özgür Yurtsever Hareketi ve Hizbullah’ın, 2005 yılından sonra hükümetlerde yer alması siyasi çekişmelere neden oldu. Hizbullah, 2005’ten sonra hükümetlere ortak oldu ancak kitlesini (diğer tüm siyasi güçlerin yaptığının aksine) yönettiği bakanlıklarda istihdam etmeye çalışmadı. Finansal başarısızlıklar yavaş yavaş birikerek su yüzüne çıkmaya başladı ve 2019’da gidişat patlak verdi. Kırılgan ve hakiki bir karşılığı olmayan ekonomiye yansıyan finansal kriz, güncel sosyal ve toplumsal problemleri ortaya çıkardı.

Bu istikrarsızlık ve kaos gerçeği; krizin ortaya çıkışından sonra yabancı güçlere, bazı siyasi hedeflere ulaşmak üzere sorunlara müdahale etme ve krizi kullanmak için verimli ve yeri doldurulamaz bir fırsat sundu. Tarihsel gerçek şu ki 1920’de Lübnan varlığının temellerini atan Fransa idi ve manda rejimi döneminde, bağımsızlıktan önce ve sonra, siyasi güçlere rant sağladı. Yurtdışından ithalat hareketini tekelleştiren ve böylece Lübnan’da temel sektörlere hakim olan şirketlerin “ayrıcalıklı ajanslar” dediğimiz şirketler aracılığıyla ranttan en büyük payı elde etmesini sağladı. 2005’ten sonra, 14 Mart güçleri (bu güçlerin çoğu, yozlaşmış Taif Anlaşması rejiminin merkezinde yer alıyordu ve Lübnan’daki ekonomik sorunun birincil sorumluluğunu taşıyor) Amerikan desteğini elde etti.

Bugün ironik olan, Amerika ve Fransa gibi yabancı güçlerin, Lübnan’da yolsuzluğa bulaşmış kişileri/tarafları hesaba çekmek isteyişleridir. Oysa bu kişiler/taraflar, uzun bir süre ABD ve Fransa’nın desteğini alarak bu iki gücün ‘takipçisi’ oldu. Gerçek şu ki, bu iki ülke, bu gelinen noktada daha az sorumlu olan güçleri (Özgür Vatansever Hareketi ve Hizbullah) suçlamak ve krize neden olma bahanesiyle onları cezalandırmak istiyor. ABD ve Fransa’nın, Hizbullah’ı kuşatma ve zayıflatma projesi ile ilgili gerçekleştirmek istedikleri bazı siyasi hedefleri olduğu açık.

Beyrut limanı patlamasıyla ilgili resmi soruşturma sonucunda ve soruşturma dışında elde edilen veriler, patlama ile ilgili neye işaret ediyor?

Ali Mourad: Patlamanın üzerinden 8 ay geçti. Soruşturma komitesi, şu ana kadar patlamaya ilişkin bulgular hakkında herhangi bir veri veya bilgi yayınlamadı. Bu durum, öncelikle soruşturmanın hedefleriyle ilgili olmak üzere, soruşturma sürecinin, belirli tarafları suçlamak için dış siyasi hedeflere hizmet edecek şekilde kasıtlı olarak siyasallaştırılması konusunda büyük soru işaretleri uyandırıyor. Hizbullah, Genel Sekreteri aracılığıyla, aylardır soruşturma sonuçlarının yayınlanması talebini yineliyor. Bu süreç ve gecikme, adli müfettişin soruşturma sonuçlarına ilişkin raporunda vereceği karara dayanarak, mağdurlara ve mağdurların ailelerine tazminat ödemek zorunda kalacak olan bazı sigorta şirketleri ile ilişkilendiriliyor.

Bununla birlikte patlama ile ilgili, limanda yetkisi bulunmayan Hizbullah’a yönelik suçlamalarda bulunulması için dışarıdan baskı yapılıyor. Oysa limanı yöneten ve buradan elde edilen geliri paylaşanlar, Taif Anlaşması rejiminin kota sistemine bağlı siyasi güçlerdir.

Sonuç olarak, yukarıda bahsettiğimiz ekonomik sistemin bir ayağını bankacılık sektörü temsil ederken diğer bir ayağını da liman temsil ediyordu. Bankacılık sektöründeki krizin üstüne patlama ile birlikte limanın rolünün sona ermesi, Lübnan’daki hayali ekonomik sistemin iki ayağını da etkisiz hale getirdi. Sonuçta bu iki ayağın gelirleri ile geçinen siyasi taraflar, temel mali kaynaklarını ve dolayısıyla siyasi güçlerini de kaybetti. Seçimler geliyor ve bu siyasi taraflar, zayıfladıkları bu süreçte parlamentondaki temsil gücünü de kaybetmekten endişe ediyorlar.

Bu süreçten en az etkilenen güç Hizbullah oldu. Çünkü Hizbullah ekonomik olarak devletin hiçbir kurumuna bağımlı olmadığı gibi İran’ın doğrudan desteğine sahip. Ayrıca, inanç ve ideolojiye dayalı, zayıflatılması güç bir kitlesi söz konusu.

Beyrut limanı patlaması ile ilgili, kasıtlı bir sabotaj eylemi ihtimalini de göz ardı etmemek gerek. Beyrut limanının rolünün Hayfa limanına geçişine dair göstergeler var. Patlamanın daha ilk saatlerinden başlayan ve bugün devam eden Hizbullah’a yönelik suçlamalar bu anlamda şüpheli.

Hizbullah’ı -finansal sistemden dışlanmış olmasına rağmen-mevcut ekonomik krizden sorumlu tutanların hedefinde ne var?

Ali Mourad: Hizbullah’ı mevcut ekonomik krize neden olmakla suçlamanın, öncelikle ABD ve İsrail’in bir hedefi olduğu görülmeli. Bunu görmek için, patlamadan bugüne kadar Amerikan ve İsrail araştırma ve düşünce kuruluşlarının yayınlarını ve Washington ve Tel Aviv’deki yetkililerin açıklamalarını okumak yeterli olacaktır. Bazı siyasi güçler, Lübnan medyası ve sivil toplum örgütleri de Hizbullah’ı suçlamakta acele ettiler. Bunu da Amerika’nın, Hizbullah’ı diğer mezheplerden/hiziplerden izole etme ve ideolojik farklılıklara rağmen Lübnan’da onu destekleyen kitleler arasında zayıflatma hedefine hizmet olarak yaptılar. Washington’un, bu suçlama üzerine oturan projesini, 2019 yılının ortalarında Jammal Bank’ı hedef alan Amerikan yaptırımlarından ayrı okumamak gerek. Bu bankanın sermayesinin veya varlıklarının, Hizbullah ile organik ilişkisi yok ancak Lübnan’daki bir kesim Şii vatandaşın parasını yatırmış olduğu iki bankadan (toplamda 45 banka var) biriydi.

Bütün bunlar, Trump yönetiminin İran ve -başta Hizbullah olmak üzere- İran’ın bölgedeki müttefiklerine uyguladığı “azami baskı hamlesi” olarak adlandırdığı çerçeve dahilinde ilerliyor. Trump’ın gidişinin ardından Biden, İran ve müttefiklerini nükleer ile ilgili -ve diğer- müzakerelerde uzlaşmaya zorlamak, tavizler almak ev Lübnan’da bir çözümün önüne geçmek için Trump’ın yaptırımlarını olduğu gibi tutmaya devam etti.

Lübnan’da hükümet kurma krizi yeni değil. Daha önce benzer krizler yaşandı. Hariri-Aoun görüşmeleri verimli olmadı ve yakında Aoun’un yeni bir teklifi olacağı söyleniyor. Almanya, hükümet kurulursa limanı yeniden inşa etmek için bir program önereceğini açıkladı. Daha önce de benzer krizler yaşanmıştı, ama bugün sistem ile ilgili ciddi ve gerçek bir değişik ile ilgili yüksek beklentiler var, bu süreci nasıl okuyorsunuz ve Lübnan nereye gidiyor?

Ali Mourad: Lübnan’da hükümet kurma krizlerine ve bu konudaki gecikmelere 15 yıldan beri alışmış durumdayız. Suriye nüfuzu etkisindeki Lübnan’da hükümetler hızlı bir şekilde kurulurken, 2005’te Suriye’nin çekilmesinden sonra uluslararası ve bölgesel oyuncuların hükümet kurma oyununa girmesiyle birlikte durum değişti.

Medya, hükümeti teşkil edecek kararnameye imza atmadan önce Cumhurbaşkanı Aoun’un, Hariri’ye bazı talepler konusunda ısrar ettiğini iddia ediyor. Ancak gerçek şu ki, Hariri parlamentoda çoğunluğu oluşturan güçleri, bakanlık kotalarından feragat ederek kendi lehine çekilmeleri konusunda zorlayarak ve anayasal normların üzerinden atlayarak yeni hükümet kurma yolları dayatmaya çalışıyor.

Bana göre Hariri, kendi kararını alma konusunda serbest bırakılırsa, hükümet kurma konusunda izlenen genel ilkeleri benimsemeye çalışacak ve kişisel olarak itiraz etmeyecektir, ancak Hariri’nin üzerinde hükümet kurma krizini sürdürme konusunda Suudi baskısı ve Amerikan ‘diktesi’ olduğu açıktır. Bunu dile getirmeye çekindiği/utandığı için, üzerinde herhangi bir dış baskı olmadığını ifade ederek, hükümeti kurmadaki gecikmenin nedeni olarak, ‘Cumhurbaşkanı Aoun’un uzlaşmazlığını’ öne sürüyor. Fakat bu doğru değil.

Bu nedenle, Suudi Arabistan karar alana ve Hariri’ye uygulanan vetoyu kaldırana kadar, Lübnan’da hükümet göremeyeceğiz. Çünkü Cumhurbaşkanı Aoun ve Hizbullah, Suudi Arabistan ve ABD’nin hedeflerinin lehine taviz verecek gibi görünmüyor. Bu hedeflerden biri; seçimlerden bir yıl önce mevcut parlamento çoğunluğunu etkisizleştirmek ve ana hedefi Hizbullah’ı zayıflatmak ve izole etmek olan ABD’ye meyilli bir hükümeti teslim alarak bir sonraki seçimleri hazırlamak. Paris’te, Washington’da ve diğer başkentlerde, Lübnan’da reform ve yolsuzlukla mücadele konularında söylenenler gerekçe üretmekten başka bir şey değil. Hedefte Hizbullah’ın başı var.

Lübnan’daki krizin, İsrail ile Körfez ülkeleri arasında gerçekleşen ‘normalleşme’ süreciyle ilgisi var mı?  Lübnan üzerinde normalleşme baskısı var mı? 

ABD’nin amacının, Hizbullah’ı kuşatmak ve onu Lübnan’daki diğer gruplardan izole etmek olduğunu söylediğimizde aslında şunu vurguluyoruz: Lübnan’da, İsrail ile normalleşmeyi reddeden en büyük güç olan ve dolayısıyla Beyrut ile Tel Aviv arasında talep edilen normalleşme sürecini de engelleyecek ve boşa düşürebilecek olan Hizbullah’ı felce uğratmak; ABD, Körfez ve İsrail’in üzerinde ortaklaştığı bir hedef ve bir ihtiyaç.

Düşman İsrail ile ‘deniz sınırlarını belirleme’ sürecini kullanmaya çalıştılar, ancak şimdiye kadar bu konuda da başarısız olduklarını söyleyebiliriz. Lübnan, mali kaynak yaratılmasına katkıda bulunmak üzere, güney sınırlarında işgal altındaki Filistin’e yakın bir bölgede bulunan gazı çıkartabilir ve ekonomisi üzerindeki krizi hafifletebilirdi. Yani evet ABD, Lübnan’da ekonomik çözüm kartını, Aoun ve Hizbullah üzerinde bir baskı aracı olarak kullanarak başta ‘direniş’ kitlesi olmak üzere tüm Lübnanlıları düşman ile normalleşmeyi kabul etmeye zorlamakta.

Körfez ülkeleri, özellikle de Emirlikler Lübnan’da medya üzerinden bir çeşit kampanya yürütüyor. Lübnan’da ‘satın alınan’ medya yüzleri, sanatçı ve popüler kişilikler; İsrail ile normalleşmeyi gündem ederek teşvik etme ve normalleşmeyi reddeden ve silahına sahip çıkmaya devam eden Hizbullah’ın tutumunu, Lübnan’da büyük kalkınmayı engelleyen sebep olarak gösterme görevini yürütüyor.

Bu durum pratikte, derinleşen ekonomik krizin de etkisiyle, Lübnanlıların bilinçlerine darbe vurulup normalleşme fikrini kabul edecek pozisyona gelmelerini isteyen İsrail’in hedefiyle uyuşuyor. Cumhurbaşkanı Aoun ve Hizbullah bunu çok iyi biliyor. Bu nedenle bugün yoksul ve orta kesimlere yönelik yardım ve destek kampanyalarıyla açlığın önüne geçmek isteyen bir Hizbullah görüyoruz.

Al-Akhbar gazetesinde, sizin de içerisinde yer aldığınız bir çalışma yayınlandı. Çalışmada, Lübnan’daki farklı medya gruplarından iki hafta boyunca veri toplanmış ve anlatılar analiz edilmiş.  Çalışmada bahsi geçen bilgi/bilinç savaşları nedir? Körfez’in buradaki rolü nedir?

Evet. Hizbullah’ı hedef alan ‘bilgi savaşı’ ve aldatıcı yayınlar yeni değil. Ancak mevcut hamle ile önceki hamleler arasında fark var. Bugün Birleşik Arap Emirlikleri, önceki hamlelerin aksine parasını bol bol kullanıyor ve bu sayede sahada güçlü bir şekilde yer alıyor. Hizbullah’ın imajını parçalamayı ve kitleleri ondan uzaklaştırmayı amaçlayan tüm anlatılara ivme kazandırmak ve hız vermek amacıyla, büyük ve etkili medya kuruluşları satın alındı. Al-Akhbar gazetesi tarafından yayınlanan çalışmada yer aldım. Çoğu BAE tarafından finanse edilen Lübnan’daki yaklaşık 24 medya kuruluşunda, Hizbullah’ı hedef alan bir dizi klişe ve anlatı ile karşılaştık. Ayrıca Lübnan’daki farklı kitlelere ve mahallelere uygun anlatılar ve klişelerin de olduğunu gösteren bir çalışma var. 

Örneğin, Hıristiyan kitlede bir çeşit korku yaymak için, Hıristiyan medyasında Hizbullah’ın silah tersanesine sahip olduğu ve devlet içinde bir devlet olduğu anlatısı yer alırken, Sünni kamuoyuna seslenen medyada ise Hizbullah’ın yolsuzluk ve ekonomik krize neden olduğu anlatısı öne çıkıyor. Dolayısıyla, ABD’nin ‘azami baskı hamlesinin’ başarıya ulaşabilmesi için Hizbullah’a farklı kesimlerden gelen sandık desteğini gelecek seçimlerde kesmek hedefleniyor.

Suriye savaşı sırasında olumsuz ve yıkıcı bir rol oynayan Körfez ülkeleri bugün Suriye ile normalleşme süreci yürütüyor. Lübnan’da yukarıda bahsettiğiniz rolü oynayan Körfez ülkelerinin aynı zamanda Suriye ile normalleşmek istemesinin ardında ne var?

Körfez ülkelerinde, Şam’ı hem İran’dan hem de Hizbullah’tan uzaklaştırmayı hedefleyen bir eğilim var. Bu eğilim, yeni olmadığı için aslında bir süredir biliniyor. Başta Emirlikler olmak üzere Körfez ülkelerinde Beşar Esad’ı, özellikle Suriye’nin yeniden imarı konusunda ve diğer meselelerdeki çıkarının, İran ve Hizbullah’ın uzaklaştırılmasında yattığına ikna etmeye çalışan bir eğilim söz konusu. Rusya’nın bu yaklaşıma karşı olduğunu düşünmüyorum. Birleşik Arap Emirlikleri ve Suudi Arabistan gibi Körfez ülkelerinin, Şam ile ilişkilerini geliştirmesinin, Rusya tarafında (Rusya’nın Suriye’de ‘başaramadığını’ başarma umuduyla birlikte) memnuniyet yarattığına dair göstergeler var. Helsinki zirvesinde Putin’in ‘Suriye hükümetinin, İran ve Hizbullah’tan uzaklaşmasını dayatamam’ şeklinde Trump’a verdiği cevabı hatırlayalım. Suudi Arabistan, sahne önünde yer almıyor, ancak Suudi Arabistan ile BAE arasında, bu eğilim ile ilgili Abu Dabi’nin başı çekmesine ve ön planda olmasına dayanan bir çeşit uzlaşı var. Suudi tarafının, BAE’nin çabalarına destek vermesi kaçınılmaz. Bu konu (İran ve Hizbullah’ın Suriye’den uzaklaştırılması) ile ilgili aslında Suudi veliaht Muhammed bin Selman’ın Esad’a birden fazla defa teklifi oldu, Esad ise reddetti.

Biden yönetimi, BAE’nin Suriye’deki bu çabalarını beğeniyor ve kutluyor. Kremlin ise bu çabalara engel olmayacak. Fakat, önceki örneklerinde olduğu gibi, bu çabaların başarısız olacağını düşünüyorum. Bugün Esad’ı, İran ve Hizbullah ile bir araya getiren şeyin, Riyad ve Abu Dabi taraflarının Şam’a sunduğu veya sunacağı cezbedici herhangi bir tekliften çok daha büyük hale geldiğini görüyoruz.