Portre: Radva Aşur

“Yer ve Gök Arasında tek başıma, Radva’yı düşünürüm”*

Radva Aşur (1946-2014) Kahire’de avukat Mustafa Aşur ile şair Mai Azzam’ın çocukları olarak dünyaya geldi. Kahire Üniversitesi İngiliz Edebiyatı bölümünden mezun oldu ve aynı üniversitede karşılaştırmalı edebiyat yüksek lisansını tamamladı. Ardından Massachusetts Üniversitesinde Afro-Amerikan edebiyatı üzerine teziyle doktora derecesini aldı ve bu dönemi “Yolculuk: Mısırlı Bir Öğrencinin ABD’deki Anıları” adıyla kitaplaştırdı. Doktoranın ardından Kahire’ye dönerek uzun süre Ayn Şems Üniversitesinde öğretim görevlisi olarak çalıştı, 1990 ve 1993 yılları arasında İngiliz Dili ve Edebiyatı bölüm başkanlığı yaptı. 

Camp David’e giden süreçte Enver Sedat’ın “İsrail” ile normalleşme girişimlerine karşı Mısır Üniversiteleri Siyonizm Karşıtı Ulusal Komite’nin kuruluşuna katkıda bulundu. 1977’de Enver Sedat’ın “İsrail” ziyareti öncesi Mısır’daki Filistinlilerin sınırdışı edilmesi sürecinde, 1970 yılında evlendiği Filistinli şair Murid Barghouti sınırdışı edildi. Çift, 19 yıl boyunca çok kısa zaman aralıkları dahilinde görüşerek ayrı ülkelerde yaşamak durumunda kaldı ve Radva Aşur, oğulları Tamim’i tek başına büyüttü.

Radva Aşur’un yazma serüveni, yeteneğinden şüphe ederek başlamıştı. 1969’da Zagazig’de bir genç yazarlar konferansına elinde bir kısa öyküsü ile giden genç Radva, gördüğü yazarların başarılarından ve yeteneklerinden çok etkilenip yeteneksiz bulunacağını düşünerek yazmayı bırakmaya karar vermişti. Yeteneğine dair şüphesi, 1980’de ABD’deki anılarını yazmaya başlaması sürecine kadar peşini bırakmadı. Ciddi sağlık problemlerinden ötürü geçirdiği bir ameliyat, ona yazma konusunda bir uyanış sağladı. Bu süreçte bir insana yazmayı hiçbir şeyin yazma eyleminin kendisinden daha iyi öğretemeyeceğini keşfetti. İlk romanı Sıcak Taş, 1983’te yayınlandı. Onu bir anne ve ardından kızının ağzından anlatılan iki bölümden oluşan romanı Hatice ve Sawsan (1989) izledi. Yine 1989’da kısa öykülerden oluşan kitabı Palmiyeleri Gördüm yayınlandı. 1992’de, 19. yüzyılın son on yılında, Doğu Afrika kıyısında hayali bir adada geçen Sirac adlı romanı yayınlandı. 1998’de yayınlanan ve otobiyografik nitelikler de taşıyan romanı Hayaletler, Sabra ve Şatila katliamlarına da değindi. 2003’te Avrupa’nın Bir Parçası, 2008’de ise Farag adlı romanları yayınlandı. Yine 2008’de Ferial Ghazoul ve Hesna Reda-Mekdashi ile birlikte editörlüğünü yaptığı Arap Kadın Yazarlar: Eleştirel Bir Rehber (1873-1899) adlı kitap yayınlandı. 2010’da yayınlanan Tantura romanında ise 1948’de Hayfa’nın güneyindeki Tantura köyünde Siyonist etnik kıyım sürecini yaşayan Rukiye’nin öyküsünü anlattı.

Radva Aşur’un, Arap Yazarlar Sendikasının en iyi yüz edebiyat eseri listesine de giren en ünlü eseriyse üç kitaptan oluşan Granada Üçlemesi’dir. (1994-95) İspanya’daki Arap uygarlığının yükselişini ve düşüşünü üç kuşak üzerinden anlatan eser, çeşitli dillerin yanı sıra İspanyolcaya da çevrildi ve çeşitli ödüllere layık görüldü.

Kendini “Bir Arap kadını ve Üçüncü Dünya’nın vatandaşı” olarak tanımlayan Radva Aşur, kötümserlik mesajlarının etik olmadığına inanıyordu; romanlarını direnmek ve yenilginin hakından gelmek için bir araç kıldı. 2013’te Radva’dan Daha Ağır adını verdiği anılarını yayınladı ve 30 Kasım 2014 tarihinde Kahire’de hayata gözlerini yumdu.

* Murid Barghouti

Kaynaklar:

Yazarın Palmiyeleri Gördüm kitabından bir kısa öyküyü aşağıda okyabilirsiniz. 

EMİN OLMAK İSTEYEN ADAM

Kapı yavaşça açıldı ve Abdulkadir’in yüzü göründü. Abdulkadir, girmek için izin istedi, Dr. Kasım başıyla onayladı ve Abdulkadir yanında tanımadığım biriyle birlikte içeri girdi. Abdulkadir, üniversitenin küçük giriş kapısını koruyan polisti. Onu gün boyunca hasır sandalyesinde otururken görebilirdiniz. Tuniği, göğsünü çapraz keserek sağ omzuna dolanan ve sonunda metal tokalı bir kemerle birleşen deri bir askıyla tutturulmuştu. Üzerinde ister yaz aylarında giydiği beyaz pamuklu, ister kışın giydiği siyah yünlü elbiseleri olsun giysileri daima eski ve yıpranmış olurdu. Olağan biçimde bir polisle özdeşletirilen güç, kuvvet ve korku hislerini vermekten uzaktı. Küçük, nazik gözlerinden, neşeli çehresinden ve ona yumuşak kalpli bir hava veren kalın, beyaz bıyığından bahsetmeye dahi gerek yoktu.

“Bu beyefendinin kızı bu bölümde yeni bir öğrenciymiş,” diye açıkladı Abdulkadir. “Benden kendisini hocalardan birinin yanına götürmemi rica etti.” Yanında getirdiği, odadan çıkacakmış gibi arkasını dönmekte olan adama “Merak etme, sana yardımcı olacaklar,” dedi ve el sallayıp gitti.

Misafir, masanın ardında oturan Dr. Kasım’a elini uzattı.

“Ben Fehmi Abdussettar, bir şehit babasıyım,” dedi. “Torunum Nadia Ahmed Abdussettar burada sizlerin öğrencisi. Onu tanıyor musunuz?”

Dr. Kasım, önündeki kağıtları toparlarken misafirden oturmasını istedi.

Adam yanıma oturdu. Ben de Dr. Kasım’ın önündeki kağıtları toparlayıp yüksek lisans tezimin okuduğu bir bölümü ile ilgili yorumlarını bana söylemesini bekliyordum. 

İri bedenine karşın adamın yaşının ileri olduğu belliydi. Yüzü yuvarlak ve koyuydu, Güney Mısırlıların karakteristik esmer teni. Eski bir takım elbise giymişti, elinde kalın bir baston vardı. 

Dr. Kasım başını kaldırdı:

“Evet, size nasıl yardım edebilirim?”

Adam az önce söylediklerini yineledi: 

“Ben Fehmi Abdussettar, bir şehit babasıyım. Torunum Nadia Ahmed Abdussettar burada sizlerin öğrencisi.”

“Kaçıncı yılı?”

“İlk yılı.”

“Ben birinci sınıf öğrencilerine ders vermiyorum ama bölümün başkanıyım. Sorun nedir?”

Adam utangaç biçimde gülümsedi.

“Hayır, bir sorun yok, çok şükür. Bu kız derslere giriyor mu? İyi bir öğrenci mi? Davranışları iyi mi? Sadece bunlardan emin olmak istiyorum.”

Dr. Kasım gülümsedi: “Yıl sonunda sınav sonuçları açıklandığında emin olursunuz.” Bunları sadece onu iyi tanıyanların alaycılığını fark edebileceği bir tonda söyledi.

Fakat adam bu kez gülümsemeden yineleyip duruyordu: “Ama ben şimdi emin olmak istiyorum. Ben onu çok iyi yetiştirdim. Asla kolaya kaçmadım, cimrilik etmedim. Size onun bir şehidin kızı olduğunu söylemiş miydim? Nadia’nın babası şehit olduğunda annesi ona hamileydi. Torunum, Nadia Ahmed Abdussettar, sizin bölümünüzde öğrenci, beyefendi, Nadia, Kasım 1967’de doğdu, annesi -Allah ona sıhhat versin- asla yeniden evlenmedi, kocasını kaybettiğinde sadece on yedi yaşında olmasına rağmen. Annesinin şu anda Birleşik Arap Emirliklerinde çalıştığını söylemiş miydim?”

Dr. Kasım önündeki kağıtları karıştırmaya başladı; adamın söylediklerine ilgisini kaybetmişti, artık onu dinlemiyordu.

“Ben Güney Mısırlıyım. Dedim ki ‘Nadia, eğitim aydınlıktır, ama edep eğitimden önce gelmek zorundadır, arlı, edepli olmak bir erdemdir. Tabii ki git sınıf arkadaşlarınla konuş, bunda yanlış bir şey yok ama… Sınırlı olmak kaydıyla. Hiçbirine gözlerini kaldırıp doğrudan bakma çünkü bakışlar günaha kışkırtır, kızım…”

“Peki benden tam olarak ne istiyorsunuz?” Dr. Kasım adamın konuşmasını kesmişti. 

“Söyledim, sevgili doktor, sadece tek bir şey istiyorum: Emin olmak.”

“Ne?”

Doktor bunu sert ve sabırsız biçimde sormuştu, bu konuşmanın adamı dışarı atmasıyla biteceğinden korkuyordum. Böyle bir şeyin gerçekleşmesi korkusunu hâlâ hissederken üç öğrenci odanın kapısını çaldı ve ellerinde hocanın göz atmasını istedikleri broşürlerle içeri girdiler. Hoca broşürleri okudu ve kahkaha attı. Bana hitaben konuştu:

“Dinle şunu Kamilya, bu pek cazip duyuru Port Said’e bir gezi hakkında:

‘Özgür şehir size okyanusunu açıyor

Port Said: Çeşitli ürünler, eşyalar okyanusu

Yüzmek ve alışveriş yapmak için bizimle gelin.”

Dr. Kasım, broşürleri öğrencilere geri verirken sayfalara bakarak kahkahalarla gülmeye devam ediyordu. Öğrencilerden biri benim geziye gelip gelmeyeceğimi sordu. Henüz karar vermediğimi söyledim.

Öğrencilerin odadan çıkmasının üzerinden çok geçmemişti, kahkaha nöbetinden kurtulmuş bulunan Dr. Kasım, öyle görünüyordu ki odada oturan adamın varlığını bir an tamamen unutmuştu.

“Yani, mesela,” diye devam etti adam, “Bana bölümün ders programını ve katılan öğrencilerin isimlerini verebilirseniz şayet…”

“Program koridorda asılı. Bütün derslerin saatleri ve katılan öğrencilerin isimleri üzerinde var. 

Adamı koridorda programın asıldığı yere götürebileceğimi söyledim. Arkamdan geldi ve onu istediği yere getirdim. O torunluyla ilgili bilgileri yazıp kaydederken ben de birkaç dördüncü sınıf öğrencisi ile sohbet ediyordum.

“Programda çarşamba günleri birinci sınıf öğrencilerinin dersi olmadığı görünüyor ama Nadia çarşamba günleri okula gidiyor.”

“Nadia hangi bölümde?”

“Sizin bölümünüzde değil mi?”

“Biliyorum, bizim bölümümüzde ama şunu soruyorum Birinci Sınıf-A’da mı, Birinci Sınıf-B’de mi, Birinci Sınıf-C’de mi, Birinci Sınıf-D’de mi, Birinci Sınıf-E’de mi yoksa Birinci Sınıf-F’de mi? Birinci sınıf öğrencileri altı gruba ayrılıyor. Nadia hangisinde?

“Bilmiyorum.”

“O zaman programı nasıl yazdınız? İlk yıl öğrencileri için altı ayrı program var.”

Adam tereddüt etti, sonra bana doğru eğildi ve alçak bir sesle “Kusura bakma kızım, ben yetmiş yaşının üzerindeyim ve fark etmedim. Neyse, önemli değil. Altı grubun da programını yazacağım ve sonra Nadia’ya hangi grupta olduğunu soracağım. 

Aynı fısıldayan sesle konuşmaya devam etti:

“Ben yetmiş yedi yaşındayım, karım, Nadia’nın babaannesi yetmiş yaşında, Nadia’nın babası Nadia henüz doğmadan şehit oldu ve annesi ona daha iyi bir hayat sağlayabilmek için yurt dışına gitti. Bu çok büyük bir sorumluluk kızım, yetersiz kalmak istemiyorum.” 

Tam onu rahatlatmak için birkaç şey söyleyip oradan ayrılacaktım ki esmer, uzun boylu bir kızın içten ve birazcık şaşırmış bir gülümsemeyle bize yaklaştığını gördüm.

“Merhaba dede, sen burada ne yapıyorsun?”

Nadia’nın çocuksuluğunu kaybetmemiş hoş bir yüzü vardı, giysilerinin sadeliği ve ince, mavi bir kurdeleyle atkuyruğu yaptığı uzun siyah saçları görünümünü daha da güzelleştiriyordu. 

Dede sordu: “Nadia, sen hangi bölümdesin?” 

“Birinci Sınıf-C’deyim dede. Neden?”

“Ders programını kaydetmek için geldim, ne zaman dersin olduğunu bilmek ve emin olmak için ama gördüm ki birinci sınıf öğrencileri bir sürü gruba ayrılıyormuş. 

Kızın yüzüne ani bir ciddiyet geldi ve ciddi ifadesi yavaşça çatık kaşlara dönüştü. Gözlerinde parlayan yaşlar ve isyankâr bir sesle konuştu:

“Ama dede…”

“Ama ne?” diyerek sözünü kesti dedesi. “Her şeyi bilmek istiyorum, seni korumak için, yapmam gerektiği gibi sana kalkan olmak için.”

Kız, alt dudağını ısırdı. “Kusura bakma dede, dersim var,” dedi aniden. 

Bizden tam birkaç adım uzaklaşmıştı ki geri döndü.

“Sen buradayken söyleyeyim dede, Port Said’e bir gezi düzenleniyor, ben de gitmek istiyorum,” dedi.

“Port Said’e?”

“Evet.”

“Hayır Nadia, gezilere gitmeye lüzum yok, hiç lüzum yok.”

“Ama dede, ben gitmek istiyorum ve gideceğim.”

Nadia yanımızdan ayrıldı. Dede bana doğru eğildi ve yine aynı alçak sesle sordu: “Sen de gidecek misin?”

“Bilmiyorum. Ama merak etmeyin, ben gidemesem bile kız arkadaşlarım gidiyor, lisansüstü öğrenciler. Büyük ihtimalle bazı hocalar da gidecek.”

“İyi, o senin ellerinde olduğu sürece emin olabilirim, evet emin olabilirim. Neyse, Port Said’e bir gezi, Nadia’nın ülkesini tanıması için bir fırsat ve…”

Adam şimdi kendi kendine konuşur gibi oldukça alçak bir sesle konuşuyordu:

“Evet, ülkesini tanıyacak, babasının adına savaştığı ve şehit olduğu topraklardan bir parça görecek.”

Adamın yanından ayrılıp tezimin okuduğu bölümü ile ilgili yorumlarını dinlemek için Dr. Kasım’ın odasına döndüm.

İki saat sonra okuldan çıkarken adamı Abdulkadir’in yanında bir hasır sandalyeye oturmuş gördüm, ikisi çene çalıyorlardı.

“Nadia’nın dersi bitene kadar bekleyeyim, sonra eve birlikte gideriz diye düşündüm,” dedi. “Çok uzakta oturuyoruz, yolumuz uzun.” 

Port Said gezisini düşünerek üniversiteden çıktım. Geziye gitmeye karar verdim. Kendime bunun dinlenmek ve birkaç saç düzleştirici şampuanla naylon çorap almak için bir fırsat olacağını söyledim.

Arapçadan İngilizceye çeviren: Emily Drumsta, Ra’ayt al-Nakhl: Qisas (Cairo: al-Hay’a al-Misriyya al-Ammali-l-Kitab, 1990)